3 Haziran 2011 Cuma

Bir Damla Kahve

     Kim bilir ne zamandı toprağa kavuşması. Bir el mi neden olmuştu düşüşüne, yoksa sadece yerçekimi mi çekmişti. O kadarını hatırlayamıyordu. Ne zaman karanlığa hapsolduğunu, derisinin soyulduğunu hatırlamıyordu. Ne zaman tek vücut olduğunu, ne zaman topraktan bir parça olduğunu hatırlamıyordu. Karanlığa karışalı çok olmuştu elbette. Türü nadirdi, endemikti.
     Bir döngüydü yaşananlar aslında tüm çocukların başına gelen onun başına da gelecekti, tabi şanslı olanların ya da gerçekten şanssız olanların. Bu yaşadıkları bir döngüydü. Babası da yaşamıştı, kendisi yaşıyordu ve çocukları da yaşayacaktı. Ölüp giden mi şanslıydı, yoksa ölenlerin öldüğünü görenler mi? Hiç bir zaman sonuca varamamıştı düşünceleri. Binlerce çocuğunun öldüğünü görmüştü. Defalarca kez toprağa düşüşlerini hissetmişti. İzlemişti yem oluşlarını.
    Tam hatırlamıyor olsa da anımsardı, kardeşleriyle aynı dalda oluşunu, sohbetlerini. Binlerce kardeş içinden, o ve birkaç kardeşi yaşama devam edip, ölen kardeşlerini izlemişti. Kendini şanssız görmesi normal olsa gerek. O da isterdi toprağa düştüğünde siyah eller tarafından toplanmayı, kurtarılırmışçasına. Sonra dökülüp, dizilmeyi yere serilen bir örtüye güneşlenirmişçesine. Ve yüklenilmeyi bir kamyona, tatile gidermişçesine. Toy olduğu zamanlardı, eğilirdi kolayca her şeye. Yeni çıktığı zamanlardı güneşe, karanlık bitmişti. Kardeşlerinin ne kadar şanslı olduklarını, kendisinin ne kadar şanssız olduğunu farklı bir şekilde düşünüyordu. Kardeşleri hep birlikte tatile giderken o kök salmaya mahkûmdu aynı yere, aynı çevreye, aynı bakış acısına sahip olmaya. Kaç yıl sürdü bu düşüncesi, hatırlamıyordu. İyice serpilmişti. İyice kök salmıştı bulunduğu yere. Artık bir babaydı. Kardeşleri, çocukları onu bırakıp tatile onsuz gitmeye devam ediyordu. Her gidene üzüldüğünden saçları dökülürdü, her gidenin yerine gelen, yeni çocuklarıyla ile sanki yeniden kavuşurdu saçlarına.
     Ta ki bir gün, büyümesi durduktan çok sonra gelen zamanların birinde gölgesinde oturan bir siyah eli bir şey içerken görene kadar düşünceleri bu yönde devam etti. İlk hissettiğinde inanamamıştı, ama yanılıyor da olamazdı. İçecekten çıkan duman, siyah elin susuzluğunu alıp, midesine katılan sıvı, çocukları, kardeşleri gibi acımsı bir tatlı kokuya sahipti. Hatta birebir aynıydı. İçi burkuldu. Rüzgârın birkaç tutam sacını yolduğunu anlamamıştı bile. Koku her şeyi anlatıyordu ona. Tatile gittiğini düşündüğü kardeşleri, çocukları okyanusları aşıyordu çeşitli araçlarla. Kıtaları değiştiriyorlardı. Siyah eller onları eğitmek için, beyaz kirli ellere satıyordu. Büyük bir yer vardı, kocamandı. Beyaz eller her şeyi düşünmüştü. Ne olduğunu anlamadan eğitilen çocukları ve kardeşleri sıcak bir yerde acı çekerek öldürüldükten sonra ayrı paketlere konularak dünyaya açılıyordu. Açılım bir tatil değil bir ölümdü, sonu ekşiydi.  Koku birden kaybolmuştu siyah sıvı da. Kokunun anlattığı bu kadardı. Bir kaç tutam saç daha yer çekimine kapıldı.
     Artık yaşlanmıştı. Bu koku onu zayıflatmıştı. İçinde ki yaşamı yavaşça ama düzenli bir şekilde emip alıyordu, ondan. Git gide daha az çocuğu olmaya başladı, olanlar da yeterince sağlıklı değildi, siyah el mutlu değildi artık ondan. Sonrası… Sonrası karanlık, bir acı darbesi, sonrası toprağa düşüş yeniden düşüş ama bu sefer ki bir başlangıç olmaktan çok uzak, sonrası hissizlik ve uyku.   


             

                                                                                                

2 yorum: