27 Haziran 2011 Pazartesi

En Anlamlı Anlamsız Yazım

     Kolay olmadı. Geçirimsiz günlerin bazı saatlerinde bunu yazması.  Zorluk dediğin zaten nedir ki olağan olan hayat koşullarında. Aslında fikrimce doğrusu bunu yazmamam gerektiğiydi. Ama bazen gerekenler en gerekmeyenler değil miydi, hayat denilen illet burada yine karşıma çıkıyor ve beni zorluyor. Bu zorluklar karşısında yılmamam gerek, kelimesi kelimesine ve yürekten yazmam gerek. İçimdeki yükten kurtulmam gerek. Bu yüzden elimden geleni küçük büyük demeden ortaya koymalıyım. Ne kadar engel olamasam da çoğu yazımın kelimesine, anlam yitirmesine.  Bence hep içimdekilerdi yitik bir anlam katan kelimelerime. Bilmediğin bir şarkıyı mırıldanmak gibi.  Aslında çoğu zaman hayata çocuk masalları tadında anlam katan yazılar yazmak isterdim. Bazen tutturamadım kıvamını yazılarımın limon bahçeleri tadına geldim, ekşiydim. Çoğu zaman bahtsız bedevi gibi çöllerdeydim.  Beni içine alıp, harmanlayan hayatıma güzel anlam katan cennet bahçesinin düşlerindeyim. Sessizce yere uzanıyorum ve dinliyorum onlar anlatırken kendi masallarını.  Dinlediğimi zannedip bana bakıyorlar. Ne dinleyip ne anladım sözlerini, kimse anlamadı sensiz masalların en kötü dinleyicisi bendim. Bilmiyorlar her zaman senin masalını dinliyorum çünkü hayali en güzel olan masal değil mi, içinde yaşamak istediğin?  Kolay değil onların masalına isyan etmemek.-haklı bir isyan dalgası bu sensiz masallarda, buralarda… Hiçbir şey bana etki etmiyor.  Buralarda rüzgâr pek esmiyor. Elbette her zaman mutlu değilim, bu kez ne olduğumu bilmemekteyim. garip bir hayaldeyim. Hayal bitti uyanmak üzereyim zaten, düşe yazdım yeniden. Anladım bir gariptim, düşe yazdım yeniden çünkü yerçekimi bile istemedi beni. Belki de sevenlerim tuttu elimden, tam ben düşerken. Onlar değil miydi zaten beni hayata zincirleyen. Hem her insanın yoktur başka bir sebebi var iken böylesi…
     Garip bir çocuktum ben de senin gibi. Senin gibi benim de bir zamanlar iyi zamanlarım olmuştu. Vakit hızlı geçerdi, düşünmek istemezdim zamanı, mekânı ne de yarını. Yarını düşünmemek güzel bir şey aslında yaşarken bugünü. Kirletmek küçük elleri küçük günahlarla.-36- insanın hiç kolayca aklına gelmez yarının olabileceği de geçmiş bir günün de. Zaten gelse aklına her nanosaniyeye bir düşünce sıkıştırmaya kalkardı. Belki de farklı düşünüyoruz sen ve ben birden. Gösterir hayat bir ihtimal kim haklı uygun zaman bize geldiğinde. İkimiz ayrı köşelerde yaşlanmayı istemezken. İnsanları gözlerken bir bankta, kuşlara, denize bakarken ayrı noktalarda. Kendi noktanda durup bakarken sen manzarana umarım sadece sabah mahmurluğu olur üzerinde. O da bir kahve eşliğinde senden koşarak uzaklaşacak, seni rahat bırakacak. Sabah mahmurluğun kaçıp giderken yeryüzündeki yuvasına, yüzünde tatlı bir gülümseme oluşur elinde kahve fincanınla. çizgi film izlemek istersin belki çocukluğum gibi boş vakitler dururken önünde.
     Güzel olurdu, kaybolup kendi cennetim içinde, yeni yollar bulmak. Elma ağaçlarının altında sabahlamak.  Tadı çıkmaz muhtemelen olursam tek yanıma başka nefesler sahipleri gerek. Cennet bile kaybedebilir güzelliğini yani. Oysaki var olan tek özlemim sağ yanımdaki gözlerin. Başka yok zamanı yavaşlatan, yerçekimini kaldıran benden beni alan.  Oysa düşmüşüm senden çok uzak, buralar kurak. Çiçekler bile yokluğuna üzülüp soluyor. Kaderinde varmış gibi toprağa düşmüş tohumlar orada oyalan, ölümüne yol alan. Bir damla suyun yolunu kollayan. Hasretle hayata dönmek için, ’meleğim meleğim’ diye inleyen. Meleğin yolunda solmayı göze alıp güneşe, havaya aslında kâinata sırt çeviren.
     Güzel kelimeler kullanmaya çalışırken ben yazımda, anlamsızlık merkezi oluverdim bir anda. Bildiğim tüm fizik kuralları yok oldu bu anda. Eğilip yerden aldığım elimdeki elma, maalesef cennetteki tek elma. Sanırım sana çekilmemin de sebebi bu haklıydın, Newton amca. Robinson gibi ıssız adamda şişeyi suya saldım. Belki gelir kurtarsın sandım, ıssız odamda bir ben uyuyakaldım. Issız odama puslu hayalin bile uğramadı. Boynum hep bükük kaldı. Issız odama sabah güneşi kaldıracak yeterli güçte değilim sensiz.  Belki bilirsin senleyken titanım ben. Ne kriptondan ne saçtan, gücüm sadece senden geliyor. karanlık bir gecede yatağına sığınıp, büzüşen, korkan bir çocuktan pek farkım kalmadı. Bir zamanlar aslında öyleydim, yokken sen, çocukken ben. Küçük fark artık canavarlardan değil sensizlikten korkuyorum. Şimdi karanlık bir gecede sen uyurken güzelce, okumayacağına inanarak masallar yazıyorum kendime. Bir gece okursun bana belki diye. Sanırım ben gene iyimserim hep iyimserim. Bazen kendimi bile kandırabiliyorum iyimser olduğum konusunda nerdeyse başaracakmışım gibi oluyor. Sen aklımdayken iyimserim, yani hep iyimserim. Nerdeyse gene oluyordu, bu seferde beceremedim iyimser olmayı. Bazen harbiden inanıyorum kendime, sanki iyimser olabiliyorum emin olamıyorum sadece. Sanırım sorun bu.
     Kendimi yaşamak isterdim ben hep. Her şeyin olduğu iyisiyle kötüsüyle, seveniyle sevilmeyeniyle kendim olduğum bir ben, güzel olabilirdi. Kendimi arıyorken, seni buldum, oradaydın yollarımızın çakıştığı noktada bana bakıyordun. Ne güzel bakıyordun. Koşar adımlarla yanına geldim hatta en sade halde, kendimi bulduğum yere. Hiç bulamadığım düşlerimin bahçesindeydim, unuttuğum hislerimin patroniçesiyleydim. Zannedersem buralar daha güzelken benden önce, ben buraları kirletmemişken varlığımla, o gene buradaydı. Bense buraya sonradan gelmiş onu bize, düşe yazıyorum. O ben gelmeden çok önce buradaymış. Hatta buralar, o burada diye ona göre şekillendirilmiş, yolumda ona göre yerleştirilmiş.
     Benim yürüdüğüm yoldaki tabelalar bile bana sadece seni gösterirken, ben nasıl bu kadar geç kalmıştım. On sekiz bin kişide seni aradım ben. Yolun ortasında öylece kalakalmıştım ben, pazarda kaybolan bir çocuk gibi. Seni ararken yorulup çimlere uzanmayı, gökyüzünü izlemeyi seviyorum.  Ne kadar da güzel senin hayalinle, kuşların türküsünü dinlemek.  Uyumak orada, düşlerde seni bulmak, aramak. 96- güzelim uykumda bile senin düşüncen ekseninde, rüya ve düşler görüyorum. Uyurken bile sözünü dinliyorum. bir rüyamda gece karanlığında üzerine güneşi getirmeye bile çalıştım. Kötü rüyaların sabahında güzel rüyalarımı daha çok özlüyorum. Bazı sabahlarda iyi ki doğmuşum diye seviniyorum. Gördükten sonra seni rüyamda uyanmak istemem. Korkuyorum ya bir gün sensiz bir sabaha iyi günler dilemem gerekirse diye.  Bu sabahlarda kahvaltı yapması ayrı bir güç gerektiriyor.   Böyle günlerde en tepedeki güneş bile arkadan vuruyor. Bütün bir günü geçirmek o kadar zor ki böyle günlerde. Alkol dolu bir küvette bile oyalansam keyfim yerine gelmez yinede.  Yokluğunda geceler hiç bitmez. Dedim ya güneş dahi sırtını çevirmiş ‘neden doğdun’ demek istercesine bana. Olsun varsın. Hayat ve kötü koşullar çevirmiş olsa da yolumu, yol benim yolum. Yol almaya devam etmek gerek bu yolda her halükarda. Yolumda devam etmek düşer bana. Belki yolum cennete yeniden düşer. Ulaşırsam bir gün yeniden cennetin kapılarına, yapacağım şey beklemekten ötesi olmayacak ya neyse. Beklemesi bile güzeldir. Acaba nasıl olur cennetin kapıları?  Hoş cennetin kapılarının ardının önemi daha çok gönlünce orada olmanın ölçülebilecek kadar az bir değeri yok. Yavaştan uyku geliyor artık yüzüme, böyle anları değerlendirmem lazım ne de olsa sık olmuyor.  o vakit yatmak gerekir, dükkânı hemen kapatmak gerek.
    Bu yazı da burada kapanmış, ne olursa olsun amacına ulaşmışmış…

23 Haziran 2011 Perşembe

Eksik Hikayem

      Kalem kâğıda saplanmış, korkular hep varmış. Bu dünya masallardaki gibi bir varmış bir yokmuş, hepi topu bir yalanmış. Adı da yaşammış. İşte böyle zamanlarda hani olur ya bir film karesi, bir kuş tüyü, bir yaprak acımasız ve güçlü rüzgâr tarafından savrulur işte hayatlar da o rüzgâr tarafından çöp poşeti gibi savrukmuş. Gecenin bittiği yerde gündüz başlamazmış. Bazı hikâyeler hep yarım kalmış…

20 Haziran 2011 Pazartesi

Masal Bu Ya...

      Üstüm başım yalan içinde, gerçeğin kokusu masallarımın gizlisinde. Benim masallarımda peri tozları yok, benim masallarımda uyuyan güzel yok, bırak onu ne uyuyacak bir güzel ne de uyunabilecek bir yer var. Benim masalımda gerçekler yer alır. Gerçeklerin ayağı benim masalımda yere basar, insanlar gerçeklerden korkarlar ve masallarımın yanından geçmezler. Gerçekler onların canını acıtır, saklıda kalmışlarına ışık tutar. Bu ışık, yüreği ıslanmamışların gözlerini kör eder. Gene bu ışık her şeyi aydınlatır, yumuşak bir ışıktır kullanmayı bilene. Benim masalım zihnimi zorlar, oraya güç bela sığar. Benim masalım benim cennetimdir, herkese elma servisi olmayan. Şarkılar yer tutar benim masalımda, envai çeşit yemekler ve güzel arkadaşlıklar. Bütün hayvanlar vardır masalımda yalnız yılanlar yoktur, onlardan korkarım. Onlar masalımın sınırlarının dışında ve benim masalımın sınırı yok. Arı kuşları, kırlangıçlar süsler gökyüzünü, balıklar suya hareket katar rüzgârsız yarınlarda. Gölgesini ve kendisi sevdiğim bütün ağaçlarda burada. Burada evler kitaplardan yapılma, tabi tatlıdan evlerde var Hansel ve Gratel’den neyim eksik. Salıncaklar bulutlara değiyor daha hiç düşen de olmadı, daha kimse binemedi çok yazık. Ben de binmedim. Üstümü temizlemem lazım önce, zaten annem de hep kızardı zaten bana. Kötü düşünmelerimden kurtulmam lazım, onlar benim lanetim. Her ne kadar hepsini tek tek sevip büyütsem de. İnsanlıktan kurtulmam lazım sonra en büyük yalandan ve yalancıların sofrasından. Belki böylece matsyanyaya tersine döner, işte o zaman masalım zihnimden çıkar ve dünyaya yayılır, herkesin olur. Çocuklar yataklarının altındakilerden korkmaz, onlara masalımı anlatırlar belki. Ve derin bir uykuya yatarlar birlikte, düşleri güzel olanlardan.

8 Haziran 2011 Çarşamba

Papatya ve Kelebek

    Bir varmış üç yokmuş, kötüler pek çokmuş, iyiler pek yokmuş, olanlar olanlarıysa çok sarhoşmuş. Bütün bu muşların arasında, güzel şeylerde yok değilmiş. Bir papatya varmış, kırlar onunmuş, o özgürmüş,o istemezmiş bir yere aitlik. O ve beyaz yaprakları mutlularmış.
    Bir gün orta büyüklükte bir mor tırtıl papatyanın yanına taşınmış. Papatya ,tabi korkmuş ya bu güzelim yerlere zarar verirse tırtıl diye. Oysa tırtıl yaşlıymış biraz, tek istediği huzurmuş. Günlerce, gecelerce sohbet etmişler papatyayla tırtıl. Hatta bir gün tırtıl iyice yorulmuş. Papatyanın gölgesine sığınmış. Güneşli bir günmüş. Papatya da ona gölge bağışlamış. Bir kaç yudumda su vermiş. Çok minnettar olmuş tırtıl.’Artık uykum geliyor benim’ demiş. Yorgunluğum artıyor. Bu vücut yük bana, uçmama engel demiş. Papatya ne kadar uğraştıysa da düzeltememiş ruhunu tırtılın. Tırtıl da sarı renkten bir örtü yapmaya başlamış üstüne üstüne yaymış ve bir gün içine kapanmış. Papatya çok merak etmiş neden böyle olduğunu. Özlemiş, üzülmüş. Ama elden ne gelir sadece yaprakları varmış, bir kaç hafta sonra kurak zamanlar sarı örtüden sesler gelmeye başlamış. Papatya son günlerini yaşamaktaymış, koza açılmış ve büyük kanatları olan mor bir kelebek dışarı çıkmış
oldukça heybetli güzel bir kelebekmiş çıktığı gibi papatyaya uçmuş. Ama ne görsün papatya zayıf düşmüş kuraklıktan. Papatya son demlerinde kelebeğin ne kadar güzel olduğunu dile getirmiş ve susadığını söylemiş. Kelebek ise bana bir gün ver deyip gökyüzüne uçmaya başlamış. Papatya artık kurtulduğunu biliyormuş kelebek onu bu durumda bırakmazmış asla.
Kelebek uçmuş, tam bir gün boyunca uçmuş bulutlara yalvarmış bulutlar güneşe söylenmesi gerektiğini söylemişler. Kelebek, güneşe uçmaya başlamış kanatları hafif hafif yanmaya başlamış. Ama durmamış kelebek sadece papatyayı düşünüp uçmuş güneşe varamamış elbette bir günlük ömür sevdası yetmemiş bu maceraya; ama güneş görmüş kelebeği ve isteğini izin vermiş bulutlara, yağmur yağsın diye. İlk yağmur damlaları papatyanın gözyaşına karışmış ve papatya inceden bir sesle:


Daldan dala konar kelebek
Yaşar ömrü, düşer zevki sefaya
Uç kelebek yaz geldi
Kaç kelebek kış geldi
Yetmedi kelebek yetmedi
Bu ömür bize yetmedi
Okuyamadık kitapları
Gezemedik kıtaları
Dön kelebek uyuma
Uyuma kelebek rüyan burada
Uyanma kelebek uyanma
Dünya seni çok özleyecek
Bugün gün senin için bitecek
Güneş bile senin için eriyecek

diye söylenmeye başlanmış tatlı bir sesle.

5 Haziran 2011 Pazar

Yazabilirim Bence


     Epey olmuştu yazmayalı artık bir şeyler karalaması gerektiğine inanıyordu. Ama ne? Kafası yoğundu hatta baya yoğunluğa sahipti ama ne yazacağına bir türlü karar veremiyordu. Puslu bir kafası vardı melankoliye çok yakındı yazacakları ama çok melankolik yazıları vardı bu sefer farklı bir şey olmalıydı. Herkesin görüp hissedip yaşayacağı ama çok az insanın yazmayı düşüneceği bir şey olmalıydı ama ne? Yattığı çekyat ki ikinci derdi buydu. İlki rahat değildi çekyat o yatağında uyumayı severdi. Alışageldiği gibi yatağının yaylarının batışını hissetmeyi bile severdi. Rahatsız olmazdı, hissetmek güzeldi. Karanlığa gözlerini dikmeye başladı ne yazabilirdi. Aklına hep duygu yoğunluğundan bahsetmek içinde ki en baskın duyguyu aşkı yazı yazarak dışa vurabilirdi. Hayır, aşkını yazamazdı bugün. Her aşk sıkıntısı çektiğinde yazılarına sığınmak kendi hayaline dalmak pek farklı olmazdı kartondan siperler yapıp içine saklanmaktan, işe yaramazdı. Ya şunu yazsa nasıl olur? Yıllarca huzuru arayan bir adam, yıllarca aramasına rağmen bulamadığı huzuru ölmeden beş dakika önce bulacağına inandırsa kendini ve bu adamın ölmeden önce ki son on dakikasını yazsa. İstediği örgüyü de kurabilirse süper bir çalışma olabilir. Yok, ama bu da çok melankolik olacak. Aslında alkollü bir geceden sonra sabah uyandığında kendini tanımadığı bir kadınla yabancı bir evde bulan adamın öyküsü yazsam olabilir mi? Evet bence de fazla klasik. Herkesin yaşadığı bir şey yazmak ve bunu farklı yazmak zor olacak ya. Belki de şöyle yapsa olur uyumak istemeyen kötü yazı yazan bir kişinin uyumak istemeyip, yazı yazmak istemesi ve yazacak konu bulamaması ve bir şey yazamamasını yazması. Evet, iyi fikir sanırım yazılabilir değil mi? Bence oldu ama kötü oldu. Beceremedim bugün yazmayı. Belki bir gün telafi ederim, aslında istersem yazabilirim, yani olabilir bence, valla bak.           

Koşdurma Zamanı


    Doğdum doğalı koşmaktayım. Çokta yaşlıyımdır ha bakmayın böyle koştuğuma geçtiğime, bir an bile durmadığıma. Ne demişler zaman durmaz. Aslında nasıl doğduğumu cidden bilmiyorum. Tek bildiğim şey vardım ve sürekli ilerliyordum. Tarih dediniz şeye ben bizzat tanık oldum, övünmek gibi olmasın ama biraz da şekil verdim kerataya. Çok Sezarlar gördüm, büyük, küçük İskenderler, Neronlar, ne deliler gördüm, paraya tapanları, dünyanın nerden geldiğini düşünenleri gördüm. Her seferinde güldüm ben onlara. Ben bile bilmezken nedenleri onlar kaptırdılar kendilerini. Tabi bende geliştim. Burası öyle bir yerdi ki durmayan her şey ya gelişirdi, ya küçülürdü; duran şeyler ise direk yok olurdu. Ben hep geliştim, sanırım şanslıydım da. İnsanlar, her zaman hatalarını başkalarına yıkmayı sevmişlerdi. İnanmayacaksınız Âdem bile öleydi. Şaka, şaka iyi adamdı rahmetli. İnsan kibirli bir varlıktı, doğduğunda ise o kadar tatlılardır ki inanamazsınız ilerde nasıl bir varlık olacağına. Ben büyürken onların hep yanındayımdır. O tatlı varlık ilk böcek öldürdüğünde merakına yenilip, tadar öldürmek nedir. İşte böyle başlardı genelde değişim, çalınır davullar, çalgılar. Sonra geçer birkaç tur, benim bir turum onlar için çoktur ha, kutlarlar hatta beni her turda defalarca. Her seferinde kutlamalara birileri katılır, birileri eksilirdi; ama ortam hiç değişmezdi hep coşku. İtiraf edeyim bazen tempomu arttırmak isterdim, bazıları da kutlama yaşasın diye sık sık. Ama benim de kurallarım var nerden geldiğini bilmediğim ya da bende kompleksli biriyim. İnsanlar kibirlidir dediğim gibi kıymet bilmezler. Yitirdikten sonra kıymet verdikleri o az şeyleri, ya da sonradan değerini anladıklarını sucu hemen bana yıkarlar. Ben masumum ki, tabi her zaman değil. Yaşlı biri, her zaman yaşlılarla sohbet etmeyi sevmiştir. Bende çok severim, buldum mu onları kolayına ayrılamam. Kıymet bilmeyenler bazen o kadar sinirlenir ki bana bile küfrederler. İlk başlarda çok kızardım. Bende bir memurdum sonuçta, patron belli olmasa da. Şikâyetlerinizi ona iletin, ellerinizi kullanın. Arada tozutanlar oluyor tabi, onlarında başına küçük aksilikler geliyor, bende kaybederim bazen kontrolümü. E şey bana küfretti, derim kendi kendime. İlerlemeye devam ederim durmam ki ben hiç. Bir de insanların şu karmaşıklığını sevmem, küçükken isterler ki büyüsünler hemencecik. Sonra ayak tekler ya bir defa hemen isterler kalsınlar oldukları gibi yaşlanmasınlar. Ama ben yaşlıları severim yaşlanmalılar bence bencilim azıcık, ama onlarda dengesiz. Dengesizler alınmayın severim sizleri. Bende dengesizim. İnsanlar bir dengesizliği bir deliliği kaldıramadılar bugüne kadar. Oysa ikisi de bir şekilde özgürlük. Delilik bildiğin dâhiliğin bir alt basamağı aralarında bir zar var, o kadar ince ki sık sık zardan geçenler oluyor. Hem delilikte her insanın hamuruna konulan bir maddeymiş, bende yukarı bölümden bir arkadaşımdan duymuştum o da yaşlıdır benim gibi ama o masa başı çalışıyor. Dedim ya bende dengesizim diye. Daha geçen gün uzun bir yoldan hızla geçiriyorum, önceden yollar böyle düzgün değildi de ha. Neyse bir yer gördüm, böyle üstü kapalı, üç yanı açık önünde taşıtlar bekliyor. Gözlerimde keskin olduğundan epey ilerden başladım izlemeye, dikkatimi çekti ya bir kere bırakmam. Baktım bindi birileri otobüse diğerleri kaldı durakta, otobüslere sayanlar mı dersin, gidenlere üzülen mi ne istersen var. Otobüs aynı benim gibi çalışıyormuş da haberim yokmuş, bir yakınlık hissettim ki, ona sormayın. Baktım yavaşlamak üzereyim bir kere daha olmuştu bu. Çok önemli birinin cenazesini taşıyoruz. Arkamda binlerce insan imrenmiştim. Adama ben bunca yıl yol alayım adamın tekini benden daha çok kişi takip etsin, sevsin. Bu seferde duraktakilere imrendim iyi mi? Onlar, otobüse binemeseler de bir şeylerin farkındalar. Yollarının sonu var, ya benim? Bu sefer baya yavaşlıyorum. İçten gelen tuhaf bir dürtülme ile toparlanıyorum. Hızlanıyorum. Yoluma devam ederken gülüyorum kendime ‘nasıl unutursun zaman beklemez diyorum’. Artık anladın değil mi? Evet! Evet! Zamanım ben ve artık yazamam, hadi ama neden diye merak etme, sorma hala. Malum değil mi? Ben bekleyemem, zaman beklemez anlayacağın dilde de söyleyeyim. Hadi şimdi gideyim, biraz daha ilerleyeyim.

3 Haziran 2011 Cuma

Anason Zamanı

    Son bir çocuk çığlığı mıydı kulaklarda çınlayan, eski bir senfoni miydi uzaklarda aranan? Vakitlerden bir temmuz akşamı balkon sefası, yine ay ve güneş birbirleriyle düelloda, kazanan yok bir o batıyor bir o. Elinde tuttuğu bir buğulu bardak, anlaşılan dışarısı hala içerdekinden sıcak. Anasonun bu mayhoş cezb edici kokusu duyulara karışan, bir zihin kayıp, ay güneş savaşta. Meze tabakları bir bir paslı, geçmişin bırakıtları hali hazırda beklemekte masada, yerleşmiş bir şekilde.  Ekmek kırıntıları ve bir bilek hareketini bekleyen kuşlar. Karsıda bir çocuk annesinden biraz para istemekte, annesince sağlıksız bir şekerleme yemek için. Sonuç: Kadın kızar, çocuk ağlar; kadın kovalar çocuk kaçar. Kadın yakalar, çocuk yaşar nasıl yakalandım şaşkınlığıyla öylece bakar.  Bir dudak sol kenarından bükülüverir, iç kısmı uyuşuksa da içiverir. Bir kaç parça buz tanesi eriyiverir, bir su birikintisi kırıntılar ıslak kuşların hayalleri kırıntılı ve ıslak. Meyve tabağında son kalan kavun dilimi, diğer kardeşleri nereye gitti?  Karşıda atılan havayi fişekler ani ve şiddetli, görüntü itibarı ile lezzetli. Bozması ne önemli geceyi, gece değil mi ki gizemli.  Her dolup boşalan bardak, göz kapaklarının üzerinde mi depolanıyor da ondan mı bu göz kapaklarının ağırlığı. O halde yatma zamanı. Ya masa? Kuşlar nasılsa ayakta hala.

Ruhun Ödenmesi

     Alacakaranlıktı. Puslu havayı içine çekiyor her çekişinde üşüyor burun deliklerinde nemle birlikte iğrenç, mide bulandırıcı kokuyu hissediyordu. Alışmıştı artık bu kokuya ilk seferindeki gibi ciğerlerine işlemiyor, midesini bulandırmıyordu. Dar bir yolda yürüyordu. Kaldırım taşları kim bilir ne zaman takılmıştı. Seçim arifesinde yapılan arkası gelmeyen çalışmaların ürünüydü bu kaldırımlar. Şimdi taşları arasında yarıklar vardı. Yarıklar vardı kaldırımda bir karış yükseklikteki ayakkabısının topuğunun girip girip çıktığı. Artık ayakkabıları bile alışmıştı her gece bu yolu arşınlamaya. Ne de olsa ekmek teknesi bu sokaktı, başka yerde barınmasına izin vermezlerdi. Bu sokak onun gibi daha nicesinin geçimini sağlaması için onlara kucağını açardı, her gece. O sokakta bir odası vardı kaldığı eski bir evde. Kirası onun ödeme koşullarına uygundu, odasından atılma korkusu kirasını zamanında ödemesini sağlıyordu. Çünkü o başka yerde barındırılmazdı. Odasında fazla eşyası yoktu sadece uyumak için kullanırdı burayı, müşterileri burada kabul etmezdi. Anlaşmalı olduğu bir otel vardı her getirdiği müşteri için bir komisyon aldığı, üç yıldızlı arka sokak oteli. Odasında sadece bir yatağı, elbiselerini koyduğu ikinci el meşeden yapılmış bir dolabı, tek eğlence kaynağı, arkadaşı radyosu ve yemek yemesi için gereken bir kaç ana eşyası vardı. Onun dışında hayatta benim diyebileceği bir şeyi yoktu. Bir apartman dolusu hayat kadını aynı yerde yaşıyorlardı. Apartman sahibi hacı her ay düzenli olarak parasını ister odalarında ne haltlar karıştırıldığıyla hiç ilgilenmez, sahip olduğu bu apartmanı, ana gelir kaynağını da çevre eşraftan saklardı. Odalarda kalan her kadın kirayı vaktinde ödemeye çalışırdı aksi takdirde gözlerinin yaşına bakılmadan, eşyalarıyla birlikte karşı ki bankların orada bulurdu kendini, birçok hayat kadını da akbaba gibi meslektaşlarından birinin kirayı ödeyememesini dört gözle bekler yerleşmek için hemen hacıyla pazarlığa girişirlerdi. Odasındaki dolapta sekiz tane birbirlerine takıp takıştırdığı kıyafeti vardı. Sırayla iki günde bir birini giyerdi hep aynı kıyafeti giymemelisin bu meslekte görünüşün önemlidir, müşteri çeker. Nasıl olsa iki gün üst üste kimse gelmiyor diye iki günde bir değiştirirdi iş kıyafetini. Bu güne kadar kimse iki gün üst üste gelmemişti buna güveniyordu insanoğlu değil miydi sadece ihtiyacı olduğunda hatırlayan? Bu gece dizinden 20-25 santim yukarda ki eteği ve omuzlarını açıkta bırakan pazardan aldığı bir bluzu vardı. Kadınsı organları göz önünde olmalı ki davetkâr olsun, davetkâr olsun ki müşteri sıkıntısı çekmesin. Kolye küpe gibi aksesuarları ne kadar özense de takmazdı. İlişki sırasında batıp canını yakarlardı ya kaybolur, ya da unutulurdu. Para kaybı. Bozuk yolda güç bela ilerlerken o muhitin meşhur pezevenklerinden birini gördü. Selam verdi selam aldı ama konuşmadı. Başın bir adamla derde girdiğinde bu adamlar kadar kısa sürede sağlam bir çözüm bulan birini kolay kolay bulamazsın. Bellerinde ki 14lüye güvenirlerdi hep merak etmişti acaba kuru sıkı mı diye, hiç soramadı. Adamlar için yolunacak kazlardı hepsi. Boyundurukları altına aldıklarını korur kazancının büyük kısmını elinden alırlardı. Özgür çalışanlara ise iyi davranıp yayılmaya, daha fazla sömürgeye ulaşmaya çalışırlardı. O özgür bir hayat kadınıydı potansiyel bir sömürge adayı o yüzden ona iyi davranırlardı o da onlarla ters gitmemeye çalışırdı. Ara sokaktan asıl dükkânı olan ana caddeye çıktı ve müşterisini beklemeye koyuldu. Sanırım bu gece fazla beklemeyecekti. Önünde bir araba durdu pazarlık yapmadan diğerleri üzerlerine üşüşmeden bindi hemen arabaya. Nasıl olsa gece sonunda istediğini, koparabildiğini alacaktı. Yaşlı bir adamdı direksiyondaki bu gece şanslıydı biraz fazla ellenecek fakat işi kısa sürecekti. Otele gidildiğinde tahmin ettiği her şey aynen doğrulandı. Sert ve kısa bir sevişme. Yaşlı adam yüksek bir ödemede bulunmuştu üstelik. Hızla giyinip evine yol almaya başladı kaldırımda yarıklara giren topuklarıyla. Her ne kadar ona bir sarılanı olmasa da o özgür bir hayat kadınıydı. Tek tesellisi buydu aslında. Her sevişmeden sonra ruhundan kaybettiği parçalara ağlardı, bir nebze de olsa rahatlatırdı, ruhunu böylece yarınsız gecelerde.

Bir Damla Kahve

     Kim bilir ne zamandı toprağa kavuşması. Bir el mi neden olmuştu düşüşüne, yoksa sadece yerçekimi mi çekmişti. O kadarını hatırlayamıyordu. Ne zaman karanlığa hapsolduğunu, derisinin soyulduğunu hatırlamıyordu. Ne zaman tek vücut olduğunu, ne zaman topraktan bir parça olduğunu hatırlamıyordu. Karanlığa karışalı çok olmuştu elbette. Türü nadirdi, endemikti.
     Bir döngüydü yaşananlar aslında tüm çocukların başına gelen onun başına da gelecekti, tabi şanslı olanların ya da gerçekten şanssız olanların. Bu yaşadıkları bir döngüydü. Babası da yaşamıştı, kendisi yaşıyordu ve çocukları da yaşayacaktı. Ölüp giden mi şanslıydı, yoksa ölenlerin öldüğünü görenler mi? Hiç bir zaman sonuca varamamıştı düşünceleri. Binlerce çocuğunun öldüğünü görmüştü. Defalarca kez toprağa düşüşlerini hissetmişti. İzlemişti yem oluşlarını.
    Tam hatırlamıyor olsa da anımsardı, kardeşleriyle aynı dalda oluşunu, sohbetlerini. Binlerce kardeş içinden, o ve birkaç kardeşi yaşama devam edip, ölen kardeşlerini izlemişti. Kendini şanssız görmesi normal olsa gerek. O da isterdi toprağa düştüğünde siyah eller tarafından toplanmayı, kurtarılırmışçasına. Sonra dökülüp, dizilmeyi yere serilen bir örtüye güneşlenirmişçesine. Ve yüklenilmeyi bir kamyona, tatile gidermişçesine. Toy olduğu zamanlardı, eğilirdi kolayca her şeye. Yeni çıktığı zamanlardı güneşe, karanlık bitmişti. Kardeşlerinin ne kadar şanslı olduklarını, kendisinin ne kadar şanssız olduğunu farklı bir şekilde düşünüyordu. Kardeşleri hep birlikte tatile giderken o kök salmaya mahkûmdu aynı yere, aynı çevreye, aynı bakış acısına sahip olmaya. Kaç yıl sürdü bu düşüncesi, hatırlamıyordu. İyice serpilmişti. İyice kök salmıştı bulunduğu yere. Artık bir babaydı. Kardeşleri, çocukları onu bırakıp tatile onsuz gitmeye devam ediyordu. Her gidene üzüldüğünden saçları dökülürdü, her gidenin yerine gelen, yeni çocuklarıyla ile sanki yeniden kavuşurdu saçlarına.
     Ta ki bir gün, büyümesi durduktan çok sonra gelen zamanların birinde gölgesinde oturan bir siyah eli bir şey içerken görene kadar düşünceleri bu yönde devam etti. İlk hissettiğinde inanamamıştı, ama yanılıyor da olamazdı. İçecekten çıkan duman, siyah elin susuzluğunu alıp, midesine katılan sıvı, çocukları, kardeşleri gibi acımsı bir tatlı kokuya sahipti. Hatta birebir aynıydı. İçi burkuldu. Rüzgârın birkaç tutam sacını yolduğunu anlamamıştı bile. Koku her şeyi anlatıyordu ona. Tatile gittiğini düşündüğü kardeşleri, çocukları okyanusları aşıyordu çeşitli araçlarla. Kıtaları değiştiriyorlardı. Siyah eller onları eğitmek için, beyaz kirli ellere satıyordu. Büyük bir yer vardı, kocamandı. Beyaz eller her şeyi düşünmüştü. Ne olduğunu anlamadan eğitilen çocukları ve kardeşleri sıcak bir yerde acı çekerek öldürüldükten sonra ayrı paketlere konularak dünyaya açılıyordu. Açılım bir tatil değil bir ölümdü, sonu ekşiydi.  Koku birden kaybolmuştu siyah sıvı da. Kokunun anlattığı bu kadardı. Bir kaç tutam saç daha yer çekimine kapıldı.
     Artık yaşlanmıştı. Bu koku onu zayıflatmıştı. İçinde ki yaşamı yavaşça ama düzenli bir şekilde emip alıyordu, ondan. Git gide daha az çocuğu olmaya başladı, olanlar da yeterince sağlıklı değildi, siyah el mutlu değildi artık ondan. Sonrası… Sonrası karanlık, bir acı darbesi, sonrası toprağa düşüş yeniden düşüş ama bu sefer ki bir başlangıç olmaktan çok uzak, sonrası hissizlik ve uyku.   


             

                                                                                                

Bir Balık Mı Olsam?

   Bir balık mı olsam suyun dibinde, bir kuş mu olsam bulutların üstünde? Bir balık olsam uçarım ne güzel suyun içinde bata çıka, kuş olsam yüzerim bulut tarlasında daldırıp, ıslatıp kanatlarımı tarlalara. Balık olsam uçsuz bucaksız ellerim olurdu, kaçardım matsyanyayadan niye yem olacakmışım büyük balığa ki peh! Gerçi zannetmiyorum o küçük istavrit gibi takılan balıklar olduğunu, sırf aç çocukları doyurmak için oltaya gelen. Ben yapar mıydım öyle bir iyilik besler miydim o aç minikleri etlerimle, sanırım yapmazdım bir balık neyine yeter bir ufaklığın. Hem zaten bir çocuk doysa ya diğerleri? Tanrım bir balık sürüsü olabilir miyim, aynı zihne sahip balık sürüsü. Programlanmış minik balık kafaları doyurmak için açları. Tam bir hayal… O halde iyi midir kuş olmak? Sahiplenmemek bir yeri, birilerini… Gerçi iyi örnekleri var, belki kumru olurum. Bir eşim olur kanatlarımla sararım, saklarım, severim onu. Sevişirim onla sık sık, sevgi ateşimle. Boy boy yumurtalarım olur, ne güzel de olur. Ya karga gelirse, alırsa yavrularımı benden, savunamam da onları. Dövüşecek yüreğim var elbette ama ne kanadım dayanır bu dövüşe ne ayağım ne canım. Bu uğurda kaybetmek, kanadı, ayağı, canı güzel de ya arkamda bırakacağım hayatım ne olacak. Bensiz ne yapacak? Arı kuşu olabilir miyim, bıçkın bir delikanlı gibi heyecanlı olurum çırparım çılgın gibi kanatlarımı. Müzik duyduğumda da dans ederim ritimle beraber. Ama tanrım ne olur kanatlarımı fazla tutmasınlar ölmek istemem ben amaçsız, tutarlarsa bilirsin patlar kalbim hemencecik, dayanamaz esarete. Biliyorum tanrım hiç değilse işe yarar bir ölüm olsun benim ki, besleyeyim göklerin hâkimlerinin yavrularını ya da besleyeyim bir canlıyı, doyuracak olanlardan aç insanlığı. Tanrım gene sürü olabilir miyim?  Nasılsa kanatlarımı hızla çırparken sonsuzluğu ben oluştururum, ide olarak gönlümde, yaşarım da onunla gönlümce gökyüzünde. Sanırım uyuyup rüya görmek üzereyim belki bir kelebek olurum ya da kuş ya da balık ya da... Belki de ben bir kelebeğim rüyasında insan olduğunu görüp üzülen belki bir kuşum, belki bir balık.

2 Haziran 2011 Perşembe

Düşe Yazar

      Bu yazar anca düşeyazar. Aklı, fikri, kelimeleri ondan kaçar. Bu yazar yolundan saşar, bu yazar anca düşe yazar. Düşeyazar çünkü o havadayken yer çekimine aşık olur. Düşe yazar çünkü o araftan cennete geçip, cennete elma ağacı diker ve elmayı yer. Düşeyazar çünkü kaybettiklerini ararken kendini kaybeder. Bir şarkı, bir ıslık ona eşlik eder. Zaten başka kimse ona dayanamaz; ıslık da uçar gider, şarkı da. O yazar düşe yazar, düşleri hep garip kaçar. Uyku sorunu yoluna çıkar, düşleri tamamlanmadan kaçar. Uyku sorunu yoluna çıkar, bu yazar düşe yazar. Defterinde kuşlar bakar, balıklar bakar,matsyanyayaya yan bakar. Kırlangıçların, arı kuşlarının kanadına yazar, balıklarla hayale dalar. Bu yazar düşe yazar, sevdiği kız ondan kaçar. Bu yazar kötü yazar. İlham perisi istifa eder, elma şekeri satar, cennet bahçesinden koparılmış elmalardan yapılmış. Elma cennetten attırır, yazar cennetten atılır. Elma yere düşer, bu yazar düşeyazar. Bu yazı biter, bu yazar düşe yazar.