30 Aralık 2012 Pazar

Anın Yazısı


    Bir zamanlar ağzına kadar küp şeker ile dolu bir şekerlik, şimdi dibine kadar bomboş. Şekerliğin içinde tek bir küp şeker var o da acı yalnız.

    Her şarkı, her yazı, her şiir insanların duygularını lanse eder. Çoğu kirli çamaşırı, çekinmeden ortaya çıkardır. Tıpkı liseden okula gelen ergenin mis kokulu çoraplarını çıkartıp duvar diplerini süslemesi gibi. Tüm bu eserler insanların duygularını yansıtır. İnsanların neden şikâyetçi olduğunu, nelere hasret kaldığını, uyumadan önce son kez ne düşündüğünü anlatır. Anlatır da anlayana anlatır, elleri havada olana değil. Elleri cebinde yürüyene…

    Üç otuz üç olmuş, saat. Birçok güzel insan uykusunda keyif çatıyor. Onlara imreniyorum. Hayatım boyunca sorunsuzca uyuyabilen insanlara imrenmişimdir. Eksikliğimdir uyku. Neyse konuyu fazla dağıtmak istemiyorum. Uyku öncesi kimsesiz saatlerimde birkaç seri düzenli resmi izlemiyorsam şayet, yazmak isterim. Hoş sürekli yazmak isterim ama benimki de kafa sonuçta.

     Son zamanlarda, daha önce hiç olmadığı kadar belki de; kendimi yalnızlığı anlatmaya çalışırken buluyorum. Başlangıçta önemsemediğim bir durumdu. Her insan yalnızdır sonuçta, normal. Ancak ne zamanki belli aralıklarda aynı konuyu yazmaya kalksam bu beni oldukça rahatsız eder. Yazmaktan soğurum. Bir yanımsa sürekli yazmak istediği için devlet vergisi tadında arada kalmak gibi rahatsız edici bir duruma düşerim. Bu yazımla farklı bir şeyler deniyorum. Kendimi anlatmayı seçiyorum. Hem de yalnızlık parantezinde. Sanat yapma çabasına düşmeme isteğiyle...

    Birden bire sırtımdan yukarı bir ürperti tırmandı. Ense köküme yerleşti. Ben bu kelimeleri yazarken ağırlığını iyice hissediyorum. Yalnızlığın özelim olduğu fikrini aşılıyor bana, deri altıma işliyor tüm kirlerini.
-          “Yalnızlık paylaşılmaz, oğlum”, diyor.

İnanmayacaksınız belki ama şu an daha fazla yazmak istemiyorum. Uyuyanlara selam olsun.

5 Aralık 2012 Çarşamba

Avarilerle Akşam Yemeği

    Göz kamaştıran bir şıklık, mide bulandıran bir şıllık…

    Karşımda yüzü olmayan bir kadın, aramızdaki masayı bir mum aydınlatıyor. Öyle bir mum ki zannedersin dünya yanıyor.

    Gümüş tabaklarda servisler yapılıyor. Karşımdaki yüzsüz kadın eline aldığı peçete ile sürekli çatalını ve bıçağını temizliyor. Her seferinde de tatmin olmamış gibi bu eylemini yeniliyor. İştahlanıyorum ben de bu sırada; karnım iyice acıkıyor. Üstü kapalı tabağımı açmak için sabırsızlanıyorum. Sapından tuttuğum kapağı, kendime doğru çekmeye çalışıyorum; olmuyor, açılmıyor. Saki geliyor tabağımın solundaki kadehe kan kırmızısı içkisini döküyor. Birden bire boğazım, dudaklarım çoraklaşıyor. Sanki yıllardır hiç su içmemiş gibiyim ve susuzluğumu giderebileceğim tek içecek, tabağımın solunda duruyor. Kadehi elime alıyorum, zar zor kaldırıyorum. Ağzına kadar taşla doluymuş gibi ağır. İki elimle kaldırıp dudaklarıma taşıyorum. Çöl sıcağından çıktım dercesine Kana kana içmeye başlıyorum. İçkinin tadı mayhoş, küçükken içtiğim kolonyalar gibi. Boğazım yanmaya başlıyor, baştan ayağa ısınmaya başlıyorum. Deminki çoraklık, şimdinin ancak baharı olabilir. Susuzluğumu gidermek için tekrar kadehime uzanıyorum. Sanki demin içmemişim gibi hala ağzına kadar dopdolu. Tekrar içmeye başlıyorum. Bu sefer ağzım, içkinin mayhoş tadına yabancı değil. İçkinin, yakıcılık altındaki tadını alıyorum ve bu tat hoşuma gidiyor. Bir dahaki içişim sırf bu tattan sebep olacak gibi duruyor. Karşımdaki kadın, yüzü yok ama biliyorum gülüyor; tam da şu anda, gözlerinin içi parlıyor

    İçgüdüm tabağımı açmamı söylüyor. Tereddüt etmeden tabağımın kapağını açıyorum. Etrafı güzel bir koku kaplıyor. Tabağımdaki görüntü ise mideme takla attırıyor. Pişmiş olmaktan çok uzakta olan bir ciğer tabağımda duruyor. Siyah yüzeyinde hala yaşam rengi kırmızılıklar ve karanlığın varlığını iyice belli etmek isteyen bembeyaz, canlı kurtçuklar. Midem oturduğu yerden kalkıyor, ağzımdan çıkıp gitmek istiyor. Oysa dişlerim sımsıkı kenetli.

    İştahım birden bire önüne geçemeyeceğim şekilde artıyor. Mahşerin dört atlısından açlık, şu anda yanımda oturuyor. Karşımda oturan, yüzsüz kadın yerinden kalkıp yanıma geliyor. Yüzü yok biliyorum ama bana gülümsüyor. Oturduğumuzdan beri peçeteyle temizlediği çatal ve bıçağı bana veriyor. Ardından arkama geçip omuzlarıma sarılıyor. Midem kalkıp gitmek istese de ellerim çatal ve bıçağı kavrıyor. Sol elimle kavradığım bıçağı ciğere batırıyorum. Çatalın varlığı sadece kıvranan kurtçukları değil beni de rahatsız ediyor sanki sağ yanım acıyor. Sağ elime aldığım bıçakla ciğeri kesmeye başlıyorum. Öngörülemez bir acı peydahlanıyor. Lokal bir acı benimkisi; sadece sağ yanımda hissediyorum. Bir parça kesmeyi başarıyorum sonunda çatalımı saplıyorum ona. Ağzıma doğru yaklaştırırken üzerindeki beyaz kurtçuklar son bir çabayla kaçışmaya çalışıyor. Lokmamdan aşağı atlayanlar bile oluyor. Tüm bunlara rağmen lokmayı ağzıma atıyorum. Tat alamıyorum karnımın sağ yanında peydahlanan acıdan başka bir şey hissedemiyorum. Sanki bir kerpeten ile parçalanıyorum. Çiğnemem bitince acı da kayboluyor.

    Parçalar, parçaları kovalıyor acı da acıyı. Bitmeyecek bir açlık sanki benimkisi mahşerin dört atlısı arasında son kulvardan geliyorum. Acıdan bitap düşünce tabağıma bakıyorum sanki hiç eksilmemiş gibi o da bana bakıyor. Daha fazla yemeyeceğimi belli etmek için iki parmağımla tabağımı itiyorum.

    Karşımdaki yüzsüz kadına bakıyorum; yerinde bulamıyorum onu. Kalkıyorum zorla, istemsizce karnımın sağını tutuyorum. Yavaş adımlarla nereden, nasıl geldiğimi hatırlamadığım bu yerden gidiyorum.

7 Kasım 2012 Çarşamba

Biz/ Onlar

Onlar bizi anlamayacaklar
Bizim gibi düşünemeyecekler
Bizim gibi sevişemeyecekler
Bizim gibi çarpışamayacaklar
Bizim gibi ölemeyecekler
Tatmayacaklar belki de yalnızlığı
Dudaklarına hiç alkol bulaşmayacak
Soğukta üşümeyecekler
Geceleri tek başlarına yürümeyecekler
Bir çocuk gülüşünü
Bir kırlangıç uçuşunu
Bir ekmeğin sıcağını
Bir soğanın kokusunu
Bizim gibi anlamayacaklar
Bizim gibi bakmayacaklar
Onlar aynı olduğumuzu bile anlamayacaklar

1 Kasım 2012 Perşembe

Peki, O Zaman

    Zaman… zaman… zaman...

    Neydi zaman, hareketin ölçüsü mü? Her şeyin ilacı mı? En iyi öğretmen mi?
Neydi Allah aşkına bu zaman, milyarları peşi sıra dolandıran. Yoksa dolandırıcılar kralı mıydı bu zaman?

    Eski Yunan düşünürü, fazla düşünmüş üstünde belli. Zaman demiş; eminim bu sırada öğrencilerinin suratına bakıp ulan madem açtık bu akademiyi artistik bir şey söyleyeyim şunlara da bir şey sansınlar. Şu eleman da her şeyi not alıyor, tarihe rezil olmayalım sonra. Zaman demiş; hareketin ölçüsüdür çocuklar. Dediği gibi de dersi bitirmiştir kesin, hocam ben anlamadım demesin kimse diye.

    Birisi de gecenin karalığında, zaman her şeyin ilacıdır diye bağırıp kaçmış. O gün bugündür herkes zaman her şeyin ilacıdır, diye tutturmuş. Florence Nightingale’in emeğine yazık, Hipokrat’ı at tepti at! Zaman diye kapsül yapılsın o zaman yutana da şu kadar saate etkili olur ama bünyeden bünyeye de etkisi değişir yazılsın. Garanti, yok satan ilaç olur valla (yok satan!) !

    Zaman en iyi öğretmen midir? O zaman okullarda nitelikli zaman geçirme dersleri açılsın. Bir de rica edeceğim; felsefeye artık girilsin. Okullarda okutulan tüm felsefe kitapların ismi “Felsefeye Giriş” mi olur allasen. Giremiyorsanız giremiyoruz diyin; gençlerin önü açılsın.

    Dostlarım, zamanlarını boşa harcadıklarım... Zaman çok geniş bir yanılgıya verilen daraltılmış bir isimdir. Zaman, ona ne anlam veriyorsanız odur. Oyun zamanı, müzik zamanı, zırlama zamanı... Türevleri mevcuttur, ucu bucağı yoktur. Bana göre şu an zaman; hayatımdan sessizce çıkanların gittiğini anlayıp kabul etme zamanıdır. Kaktüsler, papatyalar, yaseminler, goncalar hepsi gitmiştir. Kırlangıçlar gökyüzünde olduğu sürece, arı kuşlarının kanatları serbest kaldığı müddetçe zaman geçip gitsinler önemi yok. Tüm gidenlere de selam olsun.

    Yanlışlarım varsa hata yapma zamanıma denk gelmiştir. Umarım bu yazı okuma zamanınıza denk gelmiştir. Belki de ben çoktaan gitmişimdir...

10 Ekim 2012 Çarşamba

Hiçimize


    Bu gece, diğer gecelerden biraz daha karanlık, bir daha suskun. Sanki tüm istasyonlar terk edilmiş, tıpkı hayatlarımız gibi. Eğer öyle olmasaydı; hayatlarımız neden başkalarının hayatları için istasyon görevi görsün ki. Sanırım benim hayatım da en kötü istasyonlardan biri, bir giden bir daha gelmiyor. Gidenlerin bırakıtları, alkol ile temizlenmiyor; acabalar çamaşır suyuna kayıyor. Tüm hayatlar kararıyor.

    Okumayın bu yazıyı, takdir etmeyin. Yüz karamızdır bunlar, inkâr etmeyin. Gerçek dünya buysa, burası da ifşa merkezi. Hayallerin inşaat merkezi değil, boşuna heveslenip umut etmeyin. Alkol var ise önünde aman diyeyim sektirmeyin. Kaçak inşaat merkezidir aman ihbar etmeyin. Gidenleri geri getirtmeyin.

    Bu yazıyı okumayı bırak. Ben yazma ile lanetlenmişim; yazıyı bırak, beni dinle. Ben yazmaktan kurtulamam sen iyisi mi kurtar kendini. Bu ve benzeri karamsar yazıları okumadan geç. İçindeki ölü karamsarlığı diriltme. İlla bir ölü dirilteceksen, ölü duygularını dirilt. Dirilt ki, onları öldürmek de ne kadar haklı olduğunu bir kez daha anla.

    Tohumlar bile karanlığa toprağa filizleniyorken bu aydınlık niye. Tohumlar aydınlığa filizlenmeli dünya daha güzel olsun diye.

    Bu yazı hiçe, hiçimize sevgilerle…

22 Eylül 2012 Cumartesi

Sahi Adın Neydi?

Geçen deniz kenarında oturuyordum
Martıların açlığıyla dalga geçiyordum
Tüm şehrin etrafımdan geçişmelerini izliyordum
Beş dakikalık bir reklam arasından sonra yeniden aklıma geldin
Etrafımdakileri uzaklaştırmaya başladın

Yavru bir kedi gibi merak duyuyordum
Korkuyordum
Yanıma geldin
Selam verdin
Selam aldın
Bankıma oturdun
Simidime ortak oldun
Bana baktın
Ben sana baktım

Sahi adın neydi
Hiç hatırlamıyorum
İsmini sana hiç yakıştırmamıştım zaten
Bizden gitmesi iyi oldu
Varlık varken teoriye ihtiyaç mı vardı
Deniz de pek dalgalıydı
Martılar açlık çığlıkları attı
Simidim çoktan yolu yarılamıştı

Yanıma baktım gene gözlerim beni yanıltmıştı
Küfür bile etmedim
Kalktım üstümü silkeledim
Yoluma devam ettim

3 Eylül 2012 Pazartesi

Hiçbir Şey

Bilmem
Bilsem de ne değişirdi
Ben, ben olmaktan geçebilir miydim
Veyahut şu koyu gecenin içinden çıkabilir miydim
Bilmem

Ben, ben olsaydım
Sence ne değişirdi
Gece mi gündüz olurdu
Yoksa gün mü boğulurdu geceye
Ben bunu yazsam
İsyan etsem
Sen okusan, okumasan ne olurdu

Ben, ben olsaydım
Yazsaydım
Ne değişirdi
Ölüm anında eminim ismi aklımdan gitmezdi

19 Ağustos 2012 Pazar

Bir Acı Aşk Öyküsü

     Kahverengi saçları ve süt gibi beyaz teniyle orada oturuyordu. İnsanlığın son model taşıma araçlarından biri olan bu araçta, benden iki koltuk sağda oturuyordu ama ben onu en solumda hissediyordum.

    Varoluşumdan beri ilerlediğim her mesafe benim yolumdur. Bir şekilde de yollarımız kesişmişti. Düşünsenize bir gün otobüse biniyorsunuz iki yan koltukta oturuyorsunuz. Benim hissim de hayal edebildiğinizle aynı. Belki daha fazlası hatta ama kesinlikle daha azı değil!
Onu görünce ne olduğumu unuttum. Konuşmak da unuttuğum diğer şeylerden biri ama ne fark eder ben onu adı için sevmedim ki. Onu hiçbir özelliği için sevmedim aslında ne tadı ne adı ne de farkı için. Ben onu sevdim fazlalıklarının hepsini sildim.

    Ne güzel ne de zarif... Bu tanrının benim için hazırladığı bir sınav sanırım tek isteğim bu sınav bitmesin. Hatta her seferinde kalayım ki tekrardan şansımı deneyeyim. Herhangi bir sonuç ikimizin de tadının kaçması demektir.

    Aaaah onu seviyorum! Konuşmayı tekrar hatırlasam bundan başka bir şey söylemek istemem. Bir de şu sallanmanın durmasını isterim. Ne biçim araçtır ki bu, sallaya sallaya içim dışım bir oldu.

    Ah iki yanımda duran tanrının varlığının nişanesi, çirkinliklerin sonuncusu, güzelliklerin baş tacı, ruhumun onuncu senfonisi. Aaaaah aaaah...

    Sallanma durdu sonunda. Şükürler olsun. Yolculuğumuz da bitti ama sanırım lanetler olsun. Korkunun ecele biraz faydası olsun. Kapılar açıldı tanrı yardımcımız olsun...

    İçeri ten renginde kel kafaları olan siyam beşizleri geldi. Hepsi korkunç kişiliklerdi. Beşinin de beşi bir değildi. Yüzlerinde ten renginde maskeleri vardı. Tanrım bu bir soygundu! Yerimden kımıldayamıyordum. O da korkmuş olmalıydı.

    Derken başka beşizlerde geldi. Tanrım uyanmak istiyorum. Beşi bir olur bizleri kaçırmaya başladı. Önce onu aldılar. Ondan sonrası zaten önemli değildi, artık hissetmiyordum. Sonra onu kaçıran beşli beni de kaçırdı. Direnmedim, korkmadım. Bir şey hissetmiyordum artık.
Bir tünel gördüm, etrafı değişik bitkilerle kaplı. Tünelin ağzı bir açılıp bir kapanıyor. Garip sesler çıkartıyor. Beyaz büyük tasları görünüyor içinden. Kalbim yeniden çarpmaya başlıyor. Beyaz taşlar üzerinde sevdiğimin parçaları var. Diriyken kavuşamasak da ölülerimiz kavuşacak. Sevinçten ölebilirim!

     Beşizler kıyafetlerimi çıkartıp beni tünele attı. Beyaz taşlar bir bir üzerime kapandı. Aşkın şerbetiyle hiç bir acı hissetmedim. Ve ben öldüm…

    Bir çikolata olmak hiç de sanıldığı gibi kolay değil. Askınız, aileniz, köpeğiniz olamazdı. Siz sadece dillere, yüreklere tat olabilirdiniz, başkası olmak güç.

    Son sözüm ise tüm çikolatalar adına haykırmak istiyorum; özgürlüüüüük.


    Şaka, şaka herkese iyi bayramlar.

2 Ağustos 2012 Perşembe

Alkolik Köpekler

köpeksi bir yalnızlık bizimkisi
boş sokakların tadı var ağzımızda
havada sert rüzgarlar
alkolden sert sular var
geceye karışan şuh kahkahalar
buralarda yitip yalan oldu onlar

köpeksi bir yalnızlık bizimkisi
ellerimiz kuru ve çatlak
dilimizde mutluluk şarkıları
mutluluk bize daha önce hiç bu kadar yakın olmadı
kulaklarımızda haylaz sessizlik
desibelleri aşan bir sessizlik
gözyaşları hiç bu kadar ıslak olmadı
ve gece öylesine karanlık ki
bir bir söndü tüm fenerler
utançlarından bir bir söndüler

biz oradaydık
sırtımızda köpeksi yalnızlığımız
ağzımıza iki boy büyük mutluluk şarkımız
ellerimizde hiç olmayacak başka bir elin hayali
gözlerimiz ise bir sonraki lambanın ışığında
bu karanlıkların bir sonu olabilir mi
koşmak lazım o zaman durmadan
karanlığa, insanlığın gayri meşru analığına

27 Temmuz 2012 Cuma

Etkisiz Tepki

   Dönüşüm bu kadar kolay mıydı? Peki, ya neye dönüşmek istediğini bulmak; hiç mi dert değil?
   Sıcaklık dışında hiçbir meziyeti olmayan bir günün ölmesini izlerken günün yeniden doğmasına nasıl olur da kimse şaşırmaz? Hele ki ölen günün aynısını bir gün önce yaşamış biri, nasıl olur da bir tepki doğurmaz? Yeni güne pardon, aynı günün belki yüzüncü nüshasına tepki vermemesinin nedeni daha önceki piç kalan tepkileri midir?
   Aciziz…
   Kulak etrafındaki duş kalıntısı olan su kadar, sıcak bir bedenin sırtından aşağı süzülen ter damlası kadar, aciziz. Kelimeleri kâğıda, güzellikleri çerçevelere sabitleyecek kadar aciziz hem de…  Böylesi bir acizlikte nasıl bir dönüşüm mümkün kılınabilinir? Zannedersem pek hoş örnekler hayat bulamaz. Elin adamını boşu boşuna mı hamam böceğine dönüştürmüşler, demek ki var bir bildikleri!
   Hoş bizde en ufak bir değişim olsa onu da sınava tabii tutarlar. Alakasız bir yerden yakalayıp sorarlar. Sonrada bırakırlar bizi, oyun bahçesine salınan bir yetim gibi. Okursun bu yazıyı sanki bir şey anlatıyormuş gibi!
   Hiç olanlar, olanlara anlatılır mıymış!


21 Temmuz 2012 Cumartesi

Başından Beri

Buralarda her şey tersine gider
Sevdiklerin sevmediklerinden önce gider
Tutunacak tek gerçek toprakla biter
Kim üzülürse buna en çok o içer
Lal olur, saklar hep bardak altında bir şeyler
Başka yer bilmez ne de başka yar; sadece heceler
Sen gülümse yetmez ama buna değer, der
Bir adam can kırıklarını bir yerlere gizler
Akla hiç gelmez; kim bulur kim gider
Giden de kalan da elbet gider

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Kabus

    Bir bıçak gibi kesildi uykum. Uyandım ve yüzme bilmiyordum, birçok şeyi sevmiyordum. Yürümeye başladım sonra, sona doğru yürümeye. Ellerimi uzatsam elimi kesse, tatlı dil döksem dilimi çiviyle yere sabitlese, ağzıma acılar sürse. Varlık sahasından beni sürse, beni kelimelerimle lanetlese. Yeniden kelimeler yüklese, ezberimi kirletse. Tüm inandığım gerçeklerin yalan olduğunu bir bir söylese. Göz kapaklarıma iğneler batırsa gözlerim bir daha sahtelere ilişmese. Her yanlışımı kafama vursa kafamda kocaman delikler oluştursa. Belki zihnimde hava alır hem belki kendimden de kaçarım.

    Bu yazıyı ben sana yazdım ama tıpkı uykum gibi o da kaçtı. Sen kaçtın. Herkes kaçtı bir tek ben kaldım kendimle bari beni de alsaydınız. Kendimle basa çıkamam ki ben...

11 Haziran 2012 Pazartesi

Deli Rüyası

olabilir miydi her şey mümkün
saatleri ayarlamak gerekli miydi
kurallar silinemez miydi
en çok sevilen hep ilk mi giderdi
bir kez olsun kurallar esnetilemez miydi
canı yanan ağlamak zorunda mıydı
gözyaşları yerlerinde dursa daha güzel olmaz mı
hayat çizgi film gibi olsa
zarar görenler kareden çıkıp yeniden girse, düzelse
yer çekimi onu isteyenlere gitse ya
bulutlar her gün farklı bir renkte olsa
tüm suların tadı aynı olsa
bir şiir, bir hikâye okunsa hiç durmasa
onu sadece duymak isteyenler duysa
şarkılar hiç susmasa mezarlarında yatanlara en sevdikleri çalınsa
tüm kurallar yıkılsa ya
yazar da artık uyansa
alkol hayattan ayrılsa
sabah olsa
sevgililer parklarda dolaşsa
yalnızlar da
hiç yalnız kalmasa ya
bıraksak zamanı saatlere sıkıştırmayı
özgürce koşsa
bu delinin bu garip istekleri kabul olsa
zaman kaçsa
saatçiler şeker satsa
yazar artık sussa
saatinin ayarı kaçsa
yoksa sence saatleri ayarlamak gerekli mi hala

26 Mayıs 2012 Cumartesi

Duraksak Hayatlar

   Bin durak vardır; oysa sen bir tanesindesindir. Bir tanesinin içinde kısılıp kalmışsındır.
   Beklersin, beklersin…
   Beklersin vaktinden önce gelecek bir gemi, tren, otobüs. Oysa onun vakti çoktan gelip geçmiştir. Duyarsız ruhun yüzünden sana ise düşen duraksamaktır. Gökyüzünün nevresimleri değişir, mevsimler bile gelir gider. Sen ise beklersin çünkü elinde sadece beklemek kalmıştır. Var olduğuna bile tam emin olamadığın tanrına öyle bir ihtiyaç duyarsın ki. Tanrın bile ete kemiğe bürünür. Elini sıkarsın, dişini geçirirsin veya duvara bir tane geçirirsin. Duvar gene duvardır, diş gene diş, el ise gene eldir ama artık kirli bir hatırat, üzerine kapaklanmıştır.  
  Bin durak vardır şu koca gökyüzü altında, bin!
  Belki sen diğer hepsinde çok daha mutlu olacakken seni bir durağa yolcu etmiştir, yedi âlemin en iyi yazarı. Sen ise aciz bir figüransındır, aldığı rolden haberi olmayan bir figüran. İstesen de oynarsın rolünü istemesen de. O yazar öyle bir yazardır ki hiçbir kelime kullanmadan yazar eserindeki her şeyi. Kâğıdına haberi ve isteği olmadan bir damla mürekkep bile damlayamaz. O öyle bir yazardır ki onu ondan başka kimse anlatamaz. O düşmez, kalkmaz ve birdir.
  Bin durak vardır.
  Herkesin durağı farklıdır. Arada bir tane yoldan çıkmış gelir ve onun olmayan durağa giriverir. Sen dersin; “ahanda bir yol arkadaşı”, o der; “son sefere kaç var, benim şurada bir işim var, halledip geliyorum”. Mümkün mü dönmek? Burada binlerce durak var. Binlerce durakta yalnız nefes alışlar, çoğu kalpte yalnızlık kışlar.
 Bin durak var şu koca gökyüzü altında, bin.
 Hepsi bir yalnızın evidir. En güzel durak ise anlayabilene, göğe bakma durağı, göğün yerini bilene; kıymet bilene.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Lustral

Bana karşı iyi olma
Canımı acıt
Kanımı akıt
Sözler batır derime
Sözler savur yüzüme
Elimizde acıdan başka ne kaldı
Acı mı
Korkma
Acıyacak can mı kaldı

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Düş Peşinde

Hiç gelmeyecek bir baharı bekliyorum

Çocukluğumdan kalan uçurtmayı uçuracağım
Herkesten sakladığım gülüşlerimi serbest bırakacağım
Tüm sevdiklerime onları sevdiğimi söyleyeceğim
Bankta oturan sevdiğimin yanına gideceğim
Elini tutacağım, hayatına demir atacağım
Burundan soluduğum nefesime kokusunu karıştıracağım
Ağzımdan tüm güzel sözler ona doğru yol alacak

Hiç gelmeyecek bir baharı bekliyorum

Yanlış ibadethanede yanlış tanrıyı çağırıyorum
Bir duam var, olmayacak bir duam, âmin diyorum
Ellerimi yüzüme sürüyorum
Elimde onun kokusu var bank hatıralı
Hiç gelmeyecek bir baharı bekliyorum
Bahçemde son ada vapurunu bekliyorum
Dağların arasından süzülerek geliyor, heyecanlanıyorum
Hiç gelmeyecek baharım, ben gidiyorum…



28 Nisan 2012 Cumartesi

Terk-i Mürekkeb

  İçinde bulunduğum odadan büyüğüm. Ruhum kabına daha fazla sığamıyor. Tüm sevdiklerim bir bir gidiyor. Kalanlardan ise ben gitmek istiyorum. Dert anlatmak değil benimkisi sadece bir açıklama, bir veda öncesi son konuşma… Belki kısa süreli bir veda olur belki süresiz. O zamana kadar ne yaparım hiç bilmiyorum. Yaptığım; yazmaya ve hoşlandığım her şeye el sallama hareketi, tabi kibarca!
  Ben, benden istenilen kişi olamadım, istediğim kişi de olamadım. Sanırım en güzeli kitaplardaki, filmlerdeki başrol oyuncusunun en uzağındaki adam olmak, hani şu başroldekinin kısa süreliğine girdiği barda en köşede alkolik manevralar yapan adam gibi… Sosyal bilgiler kitabını başucu kitabi yapıp ona göre yaşamımı şekillendirmek için tabi bu uyku sorunumu da çözebilir. Ders çalışmak, antidepresanlarla arayı bozmak, alkolü içten içe özlemek.
  Ey benim okumayanım, dünyadan çok fazla bir şey eksilmeyecek. Birkaç tane lakırdı zaten hepsi bitecek. Tüm sevdiklerin bir gün seni terk edecek. Zamansız öten horozun başı kesilecek. Hadi,nefretlerini üstüme salgıla şimdi. Sonra üstümü ört ve yerimi unut. Bakarsın bir gün beni bulunca sevinirsin ha! Saçmalama lan! şimdi üstümü güzelce ört.
  Herkesten uzakta büyük ihtimalle keyfim yerinde olur ama son arzumu da sorarsan o da votka sek olur. İçine bir dilim limon ve üç parça buz ona yoldaş olur. En sevdiğim, en özlediğim ‘korkarım’ alkol olur. O da el olur. Belki kısa süre sonra elimde olur, bence de olur. Sonrasında yazar kaybolur. Kalanlara uyarısı tek olur:
-          Akıllı olan gitsin oğlum!    

26 Nisan 2012 Perşembe

Hükmü Dar

  Eski, güzel zamanlardaydı. Herkes huzur içinde bir arada yaşamaktaydı. Zarar vermek ise daha icat olmamıştı. Gelmek bile bilinmez iken gitmek nasıl bilinebilirdi? Herkes mutluydu, inanması zordu.
  Tüm insanlar bir arada barış içinde yaşarlardı. Renkleri birbirini tutmazdı ama elleri bir aradaydı. Tüm bu ailelerin üzeride ise bir aile yaşardı. Yaradan onları üstün yaratmıştı. Diğerlerinin huzurunu onlar korumaktaydı. Hüküm ateşini onlar sürmekteydi. Ateş hükmedenleri sayesinde kimse zarar verememekteydi.
  Altı kişilik bir aileydiler. Birlikte kaç milat bitirdiler ama bitmek nedir bilmediler. Yaratılışlarından beri hiç ayrılmadılar. Ayrılırlarsa dünyanın yaşanılmayacak bir yer olacağının bilincindeydiler. Bir gün bilinçlerini yitirdiler…
   İlk giden babaları oldu. Bir anda, hiç beklenmedik bir zamanda yok oldu. Anneleri ilk başta afalladı. Ne yapması gerektiğini bilemedi zira doğduğundan beri evliydi. Hiç bilmezdi; özlem neydi? Dört oğlan çocuğu ilk defa hissetmişlerdi; özgürlük neydi, gitmek neydi? Doğan en kötü his ise babalarının yerine geçme isteğiydi. Diğer kardeşlere hüküm etmek ne güzel bir hikâyeydi öyle! Hüküm savaşları başlamalıydı…
  İnsanlar afalladı; çünkü denge kaymaktaydı. Gökyüzünden gelen taşlar, mızraklar, yerlere saplandı. İnsanların barınakları ilk kez sallanıyor, yıkılıyordu. Toprak savaş aletlerinin saplandığı yerden kopmaya başladı. Herkes renktaşları ile bir araya toplandı. En güzel yerleri ele geçirmek için insanlar da savaşa başladı. Renklere kızıl karıştı. Denizler yükseldi, kopan toprak parçalarını birbirinden uzağa taşıdı.
  Yukarıdaki savaş hız kesmeden devam ediyordu. Anneleri, babalarının yasını bile tutamıyordu bu hengâmede. Evlatlarının kavgası da tuz biber oldu, anne yüreğine. Yürek daha fazla dayanamadı bu yüke. Uyanmadan rüyasından gitti sevdiğine. Dört kardeş ise annelerinin de gidişine anlam veremediler.  Zamanla anlamsızlığı kulplar ile büyüttüler.
  En küçük kardeş; annesinin, babasının yanına gidişine çok üzülmedi. O gülüp eğlenmeye devam etti.
  En küçük ikinci kardeş ise; küçük kardeşi gibi düşünüyordu ama yanılma payını da hesabına alıyordu. Bu yüzden gülüp eğlendiği zamanların arasında gülüp eğleniyordu.
  Üçüncü kardeş; annelerinin de babaları gibi onları bırakıp gittiğini düşünüyordu. Bu yüzden de çoğu zaman durgun duruyordu. Zaman zamansa anne ve babasının yeniden birlikte olduğunu düşünüp çevresine gülücükler dağıtıyordu.
  En büyük kardeş ise en bilinçli olandı. Anne ve babası o ve kardeşlerini bırakıp gitmişlerdi, bilirdi. Küçük kardeşlerine de sahip çıkamamıştı, hüküm derdinden yanmıştı. Ona ise bundan sonra soğuktan donmak yakışırdı. Eski güzel günleri andığı nadir zamanlar dışında ise hiç gülmemeye başladı.
  Dört kardeş daha fazla bir arada duramadı ve dünyaya dağıldı. Bir daha bir araya gelmemek üzere…
  İnsanlar ise dört kardeşin hükmü altında yaşamaya devam ettiler. Onlara yeni isimler verdiler, onlara mevsimler dediler. Büyük kardeşe kış, bir küçüğüne sonbahar, üçüncüye ilkbahar ve en küçüğüne de yaz ismini verdiler. Mevsimlerse tüm bunları önemsemeden geçip gittiler…

20 Nisan 2012 Cuma

Beklentiler Köşesi

  Vakitlerden cumartesi sabahı gene cumayı kaçırmış bir şekilde uyanmışım. Ettiğim dualar kabul olur sanmışım. Bir köşede yanılmışım, orada beklemeye başlamışım. Olmuş hayli zaman beklentiler köşeme alışmışım.

  “olmayacak duam, biliyorum olmayacaksın, kabul etsin yaradanım.”

  Üstüm başım daha önceki uykudan gelişlerime oranla gayet düzgün. Kıyafetim de alkol kırıntıları yok, ellerimde yüzümde sarhoş ağızdan düşen yemek damlaları yok. Ellerim boya içinde, ağzım olmayacak bir duanın peşinde...

“günaydın”

  Suskun kulaklar ve aciz kullar, hepsi uyanmış ve yerindeler onlar. Hepsi gitmeye programlanmışlar. Boğaza takılan bir tahinli çörek gibi rahatsız edici ve kurtarıcısı iki karışık gibi dil yakıcı.

 “tadı hepsinden acı”

  Yalnız başına edilen bir kahvaltı daha, eğilmiş kese kâğıdının üzerine öncelikli niyeti tokluk artıkların hepsi yolluk. Alışmamak lazımmış gölgelerin temasına. En büyük gölgeler bile kaçarmış çünkü ışığa rastlayınca.

“anlattığım gibi edebi değil aslında”

  Uyku firarisi gözler, güzel bir söz bekler.  Beklentiler köşesinde böyle şeyler olur ve biter. Alınlarına ‘gitmek’ sürülenler, istemeseler bile giderler. Çünkü insan aciz bir yaratıktır; her zaman iyi yaptığı şeyleri yineler ve gider.

“oysa yazar bilmez! Gidenin neden boynu değil de omuzları büküktür?”

  Uykudan bihaber gözler su ve ayak yolunu gözler. Kahvaltının ardından bir avuç hap günü destekler. Kelimeler kâğıda giden yollara düşer. Yaşam destek ünitesi yolunu gözler o ise ötenazi ister.

“ gaye yoktur. Toprağa tohum düşer ve bu yazı biter."

14 Nisan 2012 Cumartesi

Buna Bir İsim Lazım

  Görünmez bir güç var sanki beynimin sağ yanından kelimeleri, kalemimi çekip almaya çalışan yüzsüz bir vinç misali.

  Alkolsüz on dördüncü gün… Kelimelerimin üzerindeki saf alkolün alkolü havaya karıştı; kelimelere saflık miras kaldı. Tatmin bugün gene eve uğramadı, arkadaşında konakladı.

  Korkum yok;  ancak tedirgin de olmuyor değilim: ya alkolsüz hissedemezsem! Karbonu kaçmış karbon kâğıdı olursam, olduğum yerde durursam ve bunu hissedemezsem! Varsın kalemim kırılsın, kâğıdım yansın o vakit.

  Dünya mı? Dünyaya gerek yok zaten.

  O mu? O zaten ortalıkta bulunanlar ile gününü gün etmekte.

  Ben mi? Ben ise artık bir şişenin içinde bile yer bulamayan gariplerden biri olmaktayım. İzmir’den sesleniyorum, İstanbul’dan birileri beni duyar nasılsa…

  Kim demiş biçareyim! Çarenin kendisiyim. Kelimelerime beyin verin. Başka yerde yok iyi dinleyin! Bu bir düşeyazar veryansını görmezden gelin. Durun daha gitmeyin, biraz daha bekleyin. Neyse boşuna beklemeyin hadi şimdi gidin. Beni tanımayan herkese selamımı söyleyin. Durun lan gülmeyin.

11 Nisan 2012 Çarşamba

Bozuk Mevsim

           -Gidiyorum
           -…
 - Hoşça kal

   Giderken tüm yaşanmışlıkları cebime dolduruyorum. Bir sokakta, bir lambanın ışığında, kulağımda bir eski şarkı, kafamda vurgun yemiş düşünceler ve oyuncuları bozuk yaşam sahnesindeki rolümü oynuyorum. Rolüme doğaçlama katıyorum, zaten başka katacak bir şeyim yok. Bir ben bir de hayal kırıklıkları, bu şehrin karanlık sokaklarında ayaklarımı sürüye sürüye gidiyorum. Ellerim ceplerimde geride bıraktıklarıma el sallamamak için ellerimi saklamayı seçiyorum. Sessiz bir veda ve birkaç adım düzeneği ile ben gidiyorum. Kalbimin sadece kan pompalaması lazım bir süre ve beynim en çok görev ona düşüyor. Artık dizginleri ele almasının zamanı geldi çünkü…

   Giderken ağzımı sımsıkı kapalı tutuyorum, söyleyemediklerimi yutmak istiyorum ama kuru kuru olacak gibi değil. Bir destek arıyorum, bir şişe…  Lakin bu sefer şişenini içindeki her zamankinden değil. Sanki sahte.  Boğazımdan geçense sadece bir hayal, tıpkı panjuru kapatıp uyumak gibi, kısa süreli bir tatmin hissiyatı. Bir avuntu parçası, avuç içi yarası!

   Yıllarca, evet yıllar geçmiştir üzerinden, gitmekle ilgili unutulmayacak(peh!) bir yazı yazmak istemiştim. Ancak şimdi fark ediyorum ki öylesi bir yazı yazmak harcım değil. Birçoğunun harcı değil.  Gitmek basit bir eylem, basit ancak o an bize yüklediği anlam kimsenin bir daha sahip olamayacağı bir anlamdır.  Çünkü bir yerden sadece bir kere gidebilirsin, kalbin o teli sadece bir kere kopar ve o adımı, o kelimeyi asla geri alamazsın. Havada bir dev çığlığı yankılanır ama bir yaprak bile yerinden oynatamaz. Yaprak o an yaprak değildir zaten dev de devliğini kaybetmiştir.

  Bir ses yankılanır; ”Hoşça kal” ve giden gider… 

  Giden de gidenin arkasından bakakalan da teselli ışığı aramaya başlar. Kimisi başka kucağa kaçar, kimisi odasına, kimisi yemek yer, kimisi içer, kimisi… ve kimisi de yazı yazar, şiir yazar.

Mevsimlerden gitmekti
Bana,” kal burası çok soğuk” dendi
Oysa ellerim pistir benim
Tenim sıcak olsa da
Yüreğim terk edilmiş bir denizdir
Denizlerimde ise yüzenler ölü balıklardır
Onların soğukluğu yüreğime yansıyandır
Ve ellerim pistir benim
Ona dokunamamak, en dokunaklı hikâyemdir
Müebbet bir odanın yalnızlığına, gardiyanlık yapmaktır
Vakitlerden ise Perşembe sabahıdır
Mevsimlerden ise gitmektir

9 Nisan 2012 Pazartesi

Absürdizm

  Çevremdeki her sesi duyuyorum.

  Hepsinden bir parça algılıyorum, algımı parçalara ayırıyorum. Belki bu yüzden dikkatim çabuk dağılıyor, algıda güçlük yaşıyorum…

 Çevremdeki herkes benim. Hepsini içimde yaşatıyorum. Düşmanlarım ile dostlarımı, ailemi aynı yere koyuyorum. Kurda kuzuyu emanet ediyorum;  kuzu kurda zarar veriyor. Buna herkes şaşıyor bense anlıyorum.

  Matsyanyaya ile dalga geçiyorum.

 İçimde bir düşman var hepsinden daha tehlikeli, hepsinden daha ben… En çok onu seviyorum, kendime yakın tutuyorum. O benim zihnimi deşiyor, içimi kemiriyor. Bense ona iyi davranıyorum, onu alkolle besliyorum.

5 Nisan 2012 Perşembe

Kimse Alınmasın


   Asıl olan asıl olmayanmış. Çevremi saranlar hep arkadan dolaşanlarmış. Herkesin söylediği bir tutam yalanmış. Kimisi tam tutturamamış yalanın ayarını, gerçeğin tadı kaçmış. Tüm arkadan dolaşanların ismi arkadaşmış. En hoş çakal arkadaş-çakalmış…
   Bana bir rol verilmiş yaratan tarafından. “Kendi kirliliğin kirlet temiz geçinenlerin kelimelerini. Kirlet ki kendi kirliliklerinin farkına varsınlar. Onlara yazılar yaz. Okumasalar da sen yaz, bir gün elbet okurlar ya da duyarlar başkalarından kelimelerinin kibrini. Sen yeter ki yaz. Aklı olan varsa ki onlar olduğunu sanırlar, işte onlar bu kalemi anlarlar ve ondan korkarlar. Ki korkmalılar da!  Benim zihnime batan kelimeler kalemimden çıkıp onların tenine saplanacak ve hak edenler bundan payına düşeni alacak.”
   Başta belirtmedim; bu yazı, bir kızgınlık anında peydahlanan kelimeler yumağından çok uzakta. Bu yazı kendini zeki zanneden, seviye düşkünlerine kalemimin selamı…
   Unutmadan, unutturmamak isterim:
   “ Seviye düşkünü olan güzel insan, sen kendini zeki olarak görüyorsun ya biz seni öyle görmüyoruz. Sen bizi kandırdığını düşünüyorsun ya biz aslında kanmıyoruz. Sadece az saçmala, az konuş ve gözümüze daha az görün diye susuyoruz ve kanmış gibi yapıyoruz. Bir de bizi güldürdüğün için seni seviyoruz. Şaka yaptım lan hemen heyecanlanma biz esprilerine değil sana gülüyoruz…”
   Asıl olmayanlara buradan kucak dolusu sevgilerimi iletirken bu yazı onlara karşı olan saygımın bir nişanesidir, gereksizdir. Her ne kadar kelimelerimi ziyan ettiğimi düşünsem de sen hoş-çakal.


Kimse alınmasın ;)

1 Nisan 2012 Pazar

bir ölünün kalp çırpıntıları


çok olmamıştı deli gibi sevdiğinden geçeli toprak altına gireli
dört tarafı tahtalar arasına sıkışmış kalbin
unutmuş bile nereden geldi kimdi
bir zamanlar çarpar mıydı deli gibi sever miydi
şimdi kan odalarına toprak yığılmıştı
bir sevdiği vardı ondan sonra yolu yarılamıştı
daha zamanı vardı o ise sevgiliye susamıştı
mezarına alkol döken serseriler işe yaramazdı
güneş bile ona sönük kalırdı
o buralara yabancıydı kara toprak değil ışık arardı
ceplerinde bir zamanlar umut varken şimdi topraktaydı
beklenmeyen bir anda bir ışık huzmesi saçıldı
kalbi bile şaşırdı heyecanlandı
mezarda bile olsa gelen yardı yarındı
yardan düşmekten kaçınılmazdı
kan kalbe hücum etti sevdiği gelmişti
kalp sahibine biat etti toprağı odalarından def etti
bir gayret kalp yeniden dirildi
sahibine seslendi
sahibi ise sadece oradan geçmekteydi
kalp inledi inledi toprakla sevişti
ve yenildi

30 Mart 2012 Cuma

Patavatlı Değil

  Yazmak psikolojik bir rahatsızlıktır. Yazar kelimelerin altında kalabilir, kaldığı yerden çıkamayabilir. Tüm bu döküntülerin altında yazar kendi krallığını kurduğunu zannedebilir. Arada kendine geldiğinde ise alkol nasılsa imdada yetişir. Bu böyledir yazar sürekli kirlenir, kirletir. Alkol ise mikropları sindirir, hijyeniktir.
  Beş tane edebi cümle, dokuz tane küfür ve hiç tane ahlak ile yazılır güzel bir yazı. Önce beş tane edebi cümle özenle metine yerleştirilir. Hepsi aynı yere konulmamalıdır çünkü tek bir paragraf öne çıkıp diğerlerini gölgeleyebilir. Metni sadece atlasın sırtına bindirmeye gerek yok. Ardından dokuz tane seçkin küfür alınır, kabalığından ayıklanır ve servise hazırlanır. Küfürler göz önüne çıkmamalıdır, çıkarsa kaba olursun çıkmazsa entel, elit vesaire. İşin püf noktası hiç ahlaktır. Çünkü yazar gerektiğinde kendini inkâr eder. Güzel bir yazı uğruna tüm doğrularını silebilir, kendini kötüleyebilir, alkolü suçlayabilir. Hiç ahlak ve biraz da kelime salatası ile geçişler sağlanır ve elinizde ki metine hayran hayran bakılır. Bir iş yaptı sanılır, okuyan yanılır. Peki yazar? O zaten üçkâğıtçıdır, üç kâğıda saklanır!
   Eli kirlidir yazarın, şiştir. Zannedersin kelimeleri orada gizlidir. Oysa yazarın kafası bitiktir. Bozuk bir kumbara gibi her şeyi biriktirir. Kâğıda geçirmedikleri daha derinde gizlidir. Gizlisi saklısı her şeyi bir şişenin içindedir. Tirbuşonu ise kalemin ta kendisidir.
   Bu yazı bitmelidir, yazar gitmelidir. Bayıkken sevdiklerini hep ayıkken kaybetmiştir. Yazar zaten kirlidir. Kir kelimelere bulanmıştır, silinen kelime ile sanma ki geçecektir. Yazar hep düşecektir. Bu rüya bir gün nasılsa bitecektir.

23 Şubat 2012 Perşembe

Masal Tadında

  Vaktin zamanıydı. Süre daha dolmamıştı. Develer berberlikten sıkılıp tellallığa başlamıştı. Pireler de işsiz kalmıştı. Annem de beşiğine sığamadığı zamanlarda, uzak ülkelerin birinde bir söylence peyda olmuştu.
  Bütün insanlık korkmalıydı, “o” buradaydı…
“ Ne zaman ki ay güneşin ardına saklanıp görünmez olur. O gün ekilen ekin hasadı getiremez, ziyan olur. O gün anne rahmine bırakılan tohum ise çevresine felaket olur. O tohum ki yüreğinde bir deliğe yer verir. Boyutu her ne kadar toplu iğne ucundan küçük olsa da içindeki aydınlık kara delikte bile yoktur! Üç yılda bir, yürekteki delikten bir katre süzülür, rengi yakuttan koyu… Olduğu yerde durur, büyümek için doğumu kadar bir süre geçsin de kardeşi yanına gelsin diye bekler. Her damla taşlaşarak kalbin üzerinde kendine bir yer edinir. Edindiği yeri de sömürüp bitirir. Küçük bir kum tanesinden çakıl taşı kadar olduğunda yürek kararır ve kötülük kılıfını giyer.”
  Bu söylence aldı başını yürüdü, kalplere korku doldu. Zannedersin zaman doldu, denizler kurudu, güneş soldu, hayat durdu…
  İnsanoğlu garip yaratıktı. Her duyduğuna inanmaz, inandıktan sonra da inandığından başkasını duymazdı. Söylence yayıldı, yayıldı, yayıldı… İnsanlığınsa fark edemediği bir şey vardı; taş kalplilik bulaşıcıydı. Karşı konulmaz egoyla buluşunca başladı kan pazarı, yazarın dramı…
  Kıyım geldi, savaş geldi. Kan gövdeyi götürdü, gövdesiz baş pek işe yaramazdı. Savaşla zamanında küsmüş Barış. Savaşın geldiğini görünce o da terk etti ortamı. Savaş gidene kadar beklemeye karar verdi. Bekledi, bekledi, bekledi… Zamanla neden beklediğini unuttu, denize açıldı. Giderek de denizle bütünleşti. Denize bakmayı bilen insanlara huzur verdi. Savaşınsa keyfi yerindeydi, işleri iyi gidiyordu. Ailesini de yanına getirdi, şiddet, korku, terör ve demokrasi(petrol!)…
  Dedim ya insanoğlu garip yaratılışlıydı. Alışmaya alışıktı. Giderek rutine bağladı; sanki taş kalplilik her zaman vardı. Bazen ise taş kalpli olmayanlar “tuhafsandı”.
  Zamanla taş kalplilik sıradanlaştı, yazıya karıştı. Bir yazınınsa en zor kısmı bağlamasıydı.