13 Aralık 2013 Cuma

bozuk zaman

anlamsız bir dünyada yaşıyorum
dört bir yanı açık
dört bir yanı aynı
koskoca bir yanılsama

oysa ben zamanın dışına çıkmak isterdim
çatlak bir kum saatinden sızan bir kum tanesi
ve kendi zamanımı yaşamak

oysa şimdi bir akrebin üzerindeki toz zerresiyim
yelkovadan kaçan
bulunduğu yerde daireler çizen
ve sürekli kendini yineleyen

dört gözle bekliyorum
biri gelse de
pimi çekse
zaman kesilse

düşünsene şimdi gerçekten güzelsin

29 Ekim 2013 Salı

Gökten Doğan Kurtuluş

    Az gittim, öz gittim. Dere tepe düz gittim. Gittim, gittim, gittim bir de baktım k yerimde saymışım. Ben erken gidip beklememek adına hep geç kalanmışım. Ben yazarmışım, okuyanıma şaşarmışım. Perşembe zannedip cumaya uyanmışım anlaşılan gene geç kalmışım. Bir masal yazmışım, okuyanın uykularını kaçırmışım. Yazarken anladım ki ben aptalmışım!
    Daha zamanın bile icat olmadığı topraklarda, ilan etmiş Güneş galibiyetini. Güneş’in hakimiyetini ilan ettiği bu topraklar yaşlıymış; derisi çatlak, göz pınarları kuru ve üzerindeki hayat neredeyse bitmek üzereymiş. İnsanları panik içindeymiş , kimisi kaçan keçilerini takip etmekteymiş kimisinin keçisi geriye gelmiş bile...
    Bu yanlış zaman içersinde, bu topraklarda tek kral varmış, adına da Güneş derlermiş. O da yakıp geçermiş. İnsanlar bütün bunlara alışıp kabullenmiş. Yalnız keçiler ayak diremiş, onlar ise sadece keçilermiş.
     Bir gün nasıl oldu bilinmez; insanlar galeyana gelmişler. Bir araya gelip, isyan edip Güneş’in krallığını bitirmek istemişler. Tüm silahlarını ve erkekleri toplamışlar Güneş’i zapta karar kılmışlar. Sadece geceleri yol almışlar, kurak diyarlardan geçmişler ve gitmişler...  Gidip Güneş’e aydınlıklarını bahşetmişler. Artta kalanlar ise ağıtlarını yollamışlar Güneş’e. Ağıtlar öyle sıcaklarmış ki Güneş’i ateş basmış, alev almış. Hiç durmamak üzere yanmaya başlamış, yana yakıla arşa kadar ulaşmış.
     Kalanların gözyaşları ise yükselip havaya karışmış, acıyı çekmek ise sadece izleyenlere kolaymış. Gökyüzünü aniden kara pamuklar sarmış, ani ışık patlamaları yaşanmış. Geriye kalanlar, Güneş’in intikam alacağını sanmış oysa Güneş kendi derdi ile yanmış... Birden bire, hiç olmadık yerde ufak damlalar düşmeye başlamış yerlere, kalanların üzerine. Herkesi bir korku sarmış, hepsi bir kovuğun içine saklanmış. Korku ile aynı kovukta saatler geçirmişler. Annelerin bile korkudan çocuklarını unuttuğu bir anda yeni yeni yürümeye başlayan bir kız çocuğu kimsenin dikkatini çekmeden kovuktan çıkmış. Gülerek, eğlenerek ıslanmaya başlamış. Çocuğunu korkusunun koynunda gören annenin feryadı kulaklara sığamayacak kadar acıklıymış, tüm anaçlığı ile atılıp kızına sarılmış. İzleyenler şaşırmış; anne ile kızı hala hayattaymış. Korkuların yersiz olduğunu anlayan ahali kovuktan çıkıp yıllardır hasretini duydukları özgürlüklerine suyun altında ıslanarak kavuşmuşlar.
    Islanan halk bir ömür boyu mutlu yaşamış, gökten gelen suya da küçük kızın ismini vermişler. İlk defa bir masal mutlu son ile bitmiş, yarınlar güzelmiş.

     

22 Eylül 2013 Pazar

Yeni Bir Gece Doğuyor


  Rüzgar önüne çıkan her şeyi sert tokatlarla dövüyordu. Dalından bir yaprağın katiliydi. Savruldu yaprak ve meçhule karıştı. Yaprak uçtu, uçtu ve... geceye kondu.
...
    Bir mevsimin masalıydı, garip bir mevsimin. Etrafta kimse yoktu. Sadece rüzgar vardı; o da çok sert esiyordu, çok sert. Esiyordu, dövüyordu, kırıyordu... Verebileceği bütün zararları fazlasıyla beraber veriyordu. Ağızda yabancı bir sigara, dudak daha alışkın değil bu duruma. Elinde bir meşrubat el alışkın değil bu duruma. El alışkın hararet basan vücudu alkol ile sulamaya. Alkol, alkol...
    Alkol çelişkili bir kayak merkezi. Hikayenin dönüm noktası, en vazgeçilebileni. Güzel alkol, saf alkol... Titreyen eli, yüreği, beyni düzelten, karaciğeri sol ele veren alkol...
    Sertti rüzgar, hırçındı. Varlığı hatırlatan acıya yoldaştı, gecekondu yakamozunda bir stardı.katildi hem de, yaşına kurusuna bakmayacak kadar katildi... Birçok yaprağı katletti. Yapraksa tüm mesafesini gene içeri kat etti. O da gitti işte tüm yapraklar gibi, sadece gitti. Bir gitmeyi bile beceremedi! Bir gitmeyi bile beceremedi, zihne takıldı, ardında diken üstünde bir çocuk bırakıp gitti.
    Rüzgar çok sertti, adamın üzerine gitti. Adam tabi gelip gidenlere alışkındı, hiçbir şey hissetmedi. Hissetmedi ama içinde bir şeyler de kopup gitti. Gidenler de harflerle kağıtlara sabitlendi. Üç nokta hepsini önünde sürükledi...
    Gece ise henüz bitmedi. Tüm olanların üzerine doğuyor. Bu yazıysa ne mutlu ki burada bitiyor. Nedendir bilmem; mutlu kelimesi zaten hep son satıra itekleniyor.

23 Temmuz 2013 Salı

Bir Kahramanın Müthiş Dramı

    Küçük bir çocukken kahraman olmak isterdim. Bir gün beyaz elbiseli, güzel kızı; siyah takım elbiseli kötü adamdan korumak istedim. Kız, kötü adamı seçti ve gitti. Ben de o gün kahraman olmaktan vazgeçtim.

26 Haziran 2013 Çarşamba

Küçük Balık ve Kız

    Bir gün bir şair yol kenarında ağlayan bir kız görmüş. Yanına gitmiş usulca. Kız kaçmış, korkmuş yabancıdan. Kaybolmuş birden. Şair şiirler yazmış sayfalarca. Yazdığı her şiiri denize atmış. Denizde bir balık her şiiri alıp başka bir gemiye vermiş ve her gemi başka bir limana gitmiş... Her limanda bir aşık o şiirleri bulmuş. Şiirlerde de kendini bulmuş. Kız yokmuş. Ama şiirler aşıklarla buluşmuş...
    Balık, bencil balık bir şiiri çok beğenmiş.böylesi güzel bir şiiri kendisine saklamak istemiş. Şiiri yanından hiç ayırmamış ve balık hafızası izin verdiği sürece şiiri aklında tutmuş. Unuttuğu gibi de şiiri yeniden okuyup şiire yeniden bağlanmış.
     Bir gün gene şiiri okumuş ve etkisine girmiş. Bir insanı doyurmayı kendine görev edinmiş. Son yemeği olarak şiiri bellemiş ve afiyetle şiiri midesine indirmiş. Tadı bile ayrı güzelmiş şiirin. Tüm vücuduna karışmış şiirin güzelliği. Ve balık düşünmeden vurmuş bir oltaya...
    Kız açmış, yememiş günlerdir tek bir lokma. Sevinmiş ansızın gelip kısmeti olan bu küçük balığa. Hemen girmiş mutfağa ve başlamış balığı kızartmaya. Güzel bir sofra hazırlamamış belki ama günler sonra boğazından bir lokma geçecekmiş. Mutluluk buradaymış. Kız, pişen balığı yavaştan yemeğe başlamış. Yedikçe gözlerine sular dolmaya başlamış. O akşam ağlarken yanına gelen yabancı adamı hatırlamış. Yüreğinde, zihninde nereden geldiğini bilmediği güzel bir şiir belirmiş. Gözündense bir damla yaş sızısı...

    Kız uzun bir süre doymuş, karnında ziyade yüreği dolmuş...


Teşekkür ederim, naneli :)

3 Mayıs 2013 Cuma

Yaşamın Üç Hali


    Göz kapaklarımın üstünde gereksiz yükler... Şakaklarımdan vuran bir ağrı, gözlerimde kan çanağı...
    Ve ben sustum. Sadece dinledim.
    ...
    Sadece dinledim.
    ...
    Sahipsiz diyaloglar kurdum. Oysa ben hep monologa mahkumdum.
    Elimde bir şişe içinde, içinde garip bir bilmece. Şişenin dibinde gezer bir garip Orhan, gönlünce.
    Ve ben sustum. Sadece dinledim. Karanlığı dinledim.
    Şakaklarımdan bastıran kimliği belirsiz bir ağrı...  Gözlerimde kan çanakları ve kalbimde ölü toprağı...
    Ben öylece durup bekledim. Kulağımda peyda olacak o sesin sahibesini bekledim. Gül yazım, son baharım oldu sonra da kara kışım.
    Üzerimden mevsimler geçerken elimde Orhan ve akvaryumu ile ben; durdum ve sadece bekledim.
    Bekledim ses gelmiyorken, karanlık büyürken ben sustum. Sadece dinledim. Sessizliği bile sevdim. Çünkü kaynağına özeldi.
    Sonra...
    Durdum.
    Bekledim.
    Dinledim.

15 Nisan 2013 Pazartesi

Kırık Hatıralar


    Ölü bebek küvezleri, kırık hatıralar bahçesinde özenle dizili...
    Üzerlerinde bir örtü, düşten hafif zamandan ağır. Yeryüzünde sadece iki kişi tarafından kaldırılabilinir. Biri ölümüne uyuyor; diğeri bahçenin adını bile bilmiyor ki derman olduğunu bilsin.
    Örtü sanki dünyanın en marifetli örümceği tarafından yapılmış. Gecenin ışığını su gibi üzerinde taşıyor. Altındaki ölü huzur içinde yatıyor, kim bilir kaçıncı rüyasını görüyor! Yekten bir ses peyda oluyor:
    Korkma!
     Ölü tabi ki sesi duymuyor, ölümüne uyuyor. Başucunda bir kağıt, üzerinde son isteği yazıyor;
“ Çok yorgunum. Gölgeni ihsan etmedin bari manzarandan eksik etme.”
     Yokluk rüzgarları her zamankinden daha sert esmeye başlıyor.ölünün  örtüsü sakin bir deniz gibi dalgalanıyor. Kırık hatıralar bahçesinde tek bir mevsim var.
     Unutulmaksa... bu işin raconunda var.

14 Nisan 2013 Pazar

Neşe Saçar


    Neşeli bir şeyler yazabilirsem anca şimdi yazarım.
    Saat olmuş 05:19, yatağıma uzanıp sırtımdaki ağrıdan tat alıyorum. Neden bilmiyorum, neşe çalıyorum. Panda çiftleşmesi gibi neşelenmem ya da eski bir film gibi, senede bir gün... Ümitlenmeyin baştan belirtiyorum; sınır ihlali yapıyorum şu an, bilmediğim bir diyarda rehberlik ediyorum.
    Paragraf arası verdim hala da neşeliyim lan,  inanmıyorum! Neşelen moruk, her saniye ölüyorsun. Kıs kıs... -gülüyorum-  gene yaptım!  Farkındayım; neşe üstümde yaban duruyor, ergen sivilcesi gibi. Patlatırsam izi kalır mı, yoksa rüya öncesi aperatif bir rüyada mıyım? Belki, belki de çok bitap düştüm. Sağa sola kelimeler savuruyorum; o değil de sanki okunuyorum. Okuyanlar bir el kaldırsın, kimler burada bizimle, bir görelim.
-     Otur sıfır!
    Gecelik, günlük, yazılık, mevsimlik, ahirlik zamandan bağımsızım. Bütün zincirlerim bu yüzden; neşe kotam da bu kadar. Esen kalın, arkadaşlarınıza da güvenmeyin.
    Hadi öperler, güzelleri tabi.


28 Mart 2013 Perşembe

Tanrı Mezarlığı


    Gene lanetli nimet gece...  Saatin, günün yılın bir önemi yok, hatırlayan da. Vakit denilen akışkan, beni bırakalı bir hayli zaman oldu. Artık herhangi bir şey içmeden de kafam uyuşuk. Sorunlar sanki pürüzsüz bir yüzeymişim gibi tenimden akıp gidiyor. Ve evet gene gece, gene aynı teraneler. Kafada yığınla boşluk, klavye başında bir piyanist misali müziğin ritmiyle bastığım tuşlar... Lanet olası sahte tanrı gibi doğuruyorum. Bu gece, belki dün de Zeus’tum, hani şu birkaç kadınla ilişkiye girmek için şekilden şekle giren zibidi. İşte oydum ama uslu, meteliğe kurşun dahi atamayanından.  Belki de Athena’m geliyordur, ha olamaz mı? Olamaz tabi!
    Yıllarca alkol ile besleyip büyüttüğüm koca kafam şu sıralarda kapına sığamıyor. Gelmişim yirmi üç yaşına hala şu kafadan kurtulamadım . Yaşıtlarım devlet kapısında tren olmuş beklerken ben kahvaltılık ekmek almak için ebeveyn baskısı ile bakkal yollarını arşınlıyorum. Oradan çıkıp nereden geçtiğimi hatırlamadığım yollara giriyorum. Unutuyorum, istiyorum; istemiyorum ama unutuyorum. İnsan sevdiğinin yüzünü unutur mu ben unutuyorum. Yolda görüyorum, görmeze gidiyorum. Yaptıklarım bana koyarken millete ne yapıyordur, teğet geçiyordur.
    - Saçı uzamış.
    Ağızdan çıkamayan bir cümle lan bu, ama anlamı o kadar büyük ki. Değil ben, hiçbir insan evladı anlatamaz. Düşün, hala yapabiliyorken düşün! Sırtımda taşıdığım yüke bak.  Bana ait olmayan bir sevdiğim, bana ait olmayan bir geleceğim, kolumun altında yayınlanır mı yayınlanmaz mı bilmediğim romanım ile giderek aydınlıktan uzak yollara karışıyorum.
    Biliyorum, biliyorum... Herkesin derdi var. Şimdi, herkesin derdi var diye benim derdim olmasın mı, anlatmayayım mı? Be güzelim, güzelim desem de güzelim değil, bugüne kadar sadece tek ne gördün? Koduğumun acıları benim de kapımı kırıyor, sen benim kapıyı açtığımı mı zannediyorsun. Öyle bir şey yok! Sadece sevdiğim mi gitti zannediyorsun, giden arkadaşlarımın, dostlarımın isimlerini takvimlere yazsam her güne bir kız bir erkek çocuk ismi bulunur. Hayır giden gitsin gitmesin demiyorum, gitsin herkes gitsin. Alıştırmadan gitsinler sadece hani, şunun tüyü bunun kulpu olmasın sadece gitsin. Giderken bir hoş çakal desin, o da gittiğini bileyim diye. Herkes gitsin yani, ben de gideyim ama. Valla bak, ben bu yaşıma kadar çok güzel gittim ama bozulduysam demek artık gidemiyorum. Ya da yoruldum artık hangisi geçiyorsa burada.
    Neyse ne, ne diyordum ben bu akşam doğum sancısı çekiyorum. Şarkıların hepsi birer matkap edası ile kafamı deliyor bense orijinal  tasvirler kuruyorum. Son ana kadar kendimden taviz vermiyorum. Her gün düşündüğümü görmezden geliyorum, neyin tavizinden bahsediyoruz hala. Doğru ya sen de yapmışındır. Pardon, bugünlerde biraz klişeyim de. Yalan bile söylüyorum düşün. Bayram yerindeki çocuk gibiyim, hiç görmesem de. Gene biraz farklıyım ha, bayramı da kaçırmışım. Neler kaçırmadım ki; saat dört yirmi dört, dört yirmi üçü kaçırmışım iyi mi?
    Buradan tüm dostlarıma ve ona sesleniyorum, kabul bu noktada gülüyorum. “Dön lan geri”. Her şey gönlünce olsun, iliştirmeden duramadım.
    Bak demin bir tanrı doğuyordu ya hani. sanırım gene bir tanrı ölüyor. Tanrı mezarlığı olsun bu yazının başlığı, gider bak bu.

17 Şubat 2013 Pazar

Mart Öncesi


hayalimdeki kadarsın
uçsuz bucaksız
tertemizdi sevişmelerimiz
temassız

bizim avludaydık hani
mart öncesi son günlerdi
uzaktan bakışırdık
bakışlarla utanırdık
sana çocukça ceketimden
bir düğme kopartıp vermiştim
sense bana
tutamayacağım bir öpücük
o düğmenin yeri hala boş duruyor
akşam annemin yerine koyduğunu
sabah kağıt makası ile kovaladım
bir süre sonra annem de bıraktı
yitenleri geri getirmeyi
ben de bekledim seni
her mart öncesi

12 Ocak 2013 Cumartesi

Asimetrik


    Tek bir eksik vardı, o da yağmurdu…

-          “Bir işaret ver! Lanet olası, bana bir işaret veeer!” elleriyle saçlarını kavrayıp ani bir kuvvetle çekti. Tek eksik vardı, o da yağmurdu.

     Artık sabrı kalmamıştı. Bir şey olmalıydı, bir şey ufacık da olsa bir şey. Bir böcek bile geçse önünden razıydı. Derin bir nefes aldı, bir tane daha ve gene; “ bir işaret ver kafasını siktiğim! Bir işaree…”
    Gece öylesine sessizdi ki onun sesini de emdi. Karadelikten farksız bir hayatta, teneffüse çıkan bir veledin elindeki meyve suyundan farkı yoktu. İçinde ne varsa bitene kadar iç edilmeye mahkûmdu. Birden bire dizleri gevşedi ve yer çekti onu. Kulaklarına kemik sesi gelmese düştüğünü bile anlamazdı. Dizlerinin üzerinde daha fazla duramayacağını anlayınca yüz üstü yere uzandı. Gözlerini kapayıp söylenmeye başladı;

-          Bir alkolüm kalmıştı; o da gitti. Bari o kalsaydı. Bir alkolüm kalsaydı, bir alkolüm, bir alkolüm… Herkes gitti. Bir ben kaldım, bari ben de gitseydim ya da hiç değilse alkol kalsaydı. Ahahahaha bir alkol kalsaydı ya ne güzel eğlenirdik benle. Yani eğlenmezdik ama hissetmezdik de ne güzel olurdu.

   Ve karadelik…

    Koskocaman bir küvetin yanına getirilmiş bir plaj sandalyesi. Ortalık göz bebeğine tecavüz edecek kadar aydınlık. Küvet de ağzına kadar dolu, havada alkolün sinirleri harekete geçiren kokusu var. Plaj sandalyesinin hemen yanında bir inşaat borusu, hani küçükken daha doymamışken içine kâğıttan mermiler koyup savaşı ilk tattığımız borulardan. Borunun bir ucu küvetin içinde bir kısmı sandalyenin yanında ölü bir yılan gibi kıvrılmış duruyor. Sandalyeye doğru giderken gözüne lavabo takılıyor. İçinde limon dilimleri ve buz var. Elini daldırıp hiç düşünmeden avuç avuç küvete atıyor. Fayanstaki bulanık yansımasına bakıyor ve;

-          “Ne haber lan tipini siktiğim” dedikten sonra gülerek sandalyesine oturuyor.

    Sandalyede olabilecek en rahat oturuşunun kıvamını bulduktan sonra borudan alkol çekmeye başlıyor. Rakı, votka, bira, şarap, viski, absinth, cin… Daha önce içtiği tüm içkiler burada. Tüm gücüyle içmeye başlıyor. Bir.. iki.. üç…  Tüm küveti nerede ise nefes almadan içiyor. Banyonun ışığı her yudumda giderek artıyor. Banyonun görüntüsü bulanıklaşırken demin fayansta gördüğü görüntüsü giderek netleşmeye başlıyor. Vücudunda herhangi bir uzvunu oynatacak gücü kendinde bulamıyor. Fayanstaki görüntüsü ise giderek ona yaklaşıyor, sol eliyle çenesini kavrayıp;

-          “Ne oldu lan! He ne oldu ebesini siktiğim!” diye gülmeye başlıyor. Ardından da sağ elini sıkıp sıkılaştırıp sol yanağına bir buse bırakıyor.

   Gözlerini açtığında karadelik gitmişti bile. Gözünün önünde ise bir siyah nokta sağda solda dolanmaktaydı. Dudaklarını çekiştirerek gülümsedi, alaycı dişlerinin arasından gayet sakince çıktı sesi;

-          Ne haber lan Gregor Samsa? Hoş geldin.