Sonsuz bir günün içerisinde,
yakıcı güneşin gazabından kaçmak için bulduğu ilk ağacın altına boylu boyunca
uzanmış, hiçbir niyetten haberi olmadan sakince günü öldürüyordu. Zaman? Saat?
Onları terk edeli o kadar çok zaman olmuştu ki artık uslu uslu oturmaktan
mahrum kalmıştı. Vakit tembellik vaktiydi; açlığa beş vardı, aklı iki
geçiyordu.
Bakışlarının ilerisinde,
tepesindeki yaprakların arasından süzülen güneş kırıntılarının ardında bir
hayale dalıyordu. Kim bilir tepesinde hangi kuşlar uçuyordu? Bir de neden tüm
kanatlılara kuş adı verilip basite indirgeniyordu ki bu güzelim canlar! Ve o
kuşlar, kim bilir nerelere gidiyorlardı? Acaba kanatlarında rotalarından başka
bir dert var mıydı? Ulan yazık be! Avuç içi kuşun bile kanatlarında dert var.
Zaten hiç anlamıyordu; bu uçaklar, bu koca gövdeleri ile nasıl uçabiliyorlar?
Avuç içi kadar kuş uçuyor, haydi o neyse…
Güneş kırıntıları ağaç yaprakları
arasından süzülüp kafasına düşerken o kalın çerçeveli gözlüklerinin ağırlığı
kafasındaki tek ağırlıktı, boşlukta savrulan bir göktaşından hallice. Acaba gözlüğünü çıkartsa mı? Hiçbir şeyi iki
kere düşünmek yoktu yapısında, tabiatına tamamen aykırıydı düşünce. Hemen çıkarttı
gözlüğünü ve yaralı yüzün final sahnesinde giyilmiş gibi delik deşik olmuş koyu
yeşil renk tişörtünün cebine koydu. Arada bulursa o cebe sigara koyardı, şimdi
terden kayganlaşmış gözlüğü koymak ona biraz tuhaf gelmişti. Zaten ona çoğu şey
garip gelirdi. Garip!
Saçlarına ne zaman kır düşmüştü,
hatırlamıyordu. Sahi en son neyi unutmuştu? Unutmak mı daha kolaydı, hatırlamak
mı? Ama en zoru otobüste oturacak yer bulabilmek, tabii otobüse binebilmek
ondan da biraz daha zor olabilir. Zamanın ve açlığın arkadan vurduğu zayıf
parmaklarını geriye doğru attığı saçlarının arasında dolaştırdıktan sonra
parmaklarını kafasının altına alarak kendine en doğal yastığı yaptı. Rahat
sayılmazdı ama hiç değilse ona aitti. Yıllardır da kullanıyordu arada sırada
çıkan sorunlar dışında hiçbir aksiliklerini, uyumsuzluklarını görmemişti. İyi
çocuklardı be!
Biraz kestirse mi acaba? İki kere
düşünmeye gerek yok. Kafası biraz yastığa battığı için ayakkabısını yastık
olarak kullanmaya karar verdi. Şimdi burada bir sorun peydahlanıyor, hangi
ayakkabısını yastık yapmalıydı? Ayağına günde iki kez vuran ama daha yeni olanı
mı yoksa emektar olup uysallığı ile gönlünde taht kurmuş olanı mı? Ulan! Büyük
başın derdi de büyük olur, kafasına göre ayakkabıyı nereden bulacaktı şimdi. Ne
varsa eskilerde var. Eski olanın gene bir standart rahatlığı var, yeninin huyu
suyu belli olmuyor. En iyisi eskisi, eskiye her zaman rağbet vardır.
Gözlerini yumdu… Daha huzurlu bir
âleme adım adım giderken birden kafasına bir şey düştü. “Lan, acaba yer
çekimini mi buldum” diye bir an umutlansa da gözlerini açınca gerçeği anladı.
Mahallenin rahatsız ufaklıkları gene sıkılmış olacaklar. Neyse çok kafaya
takmaya gerek yok, geriye attığı saçları bozulabilir. Umursamazlık çerçevesinde
kafasını öbür tarafa çevirince köşedeki dükkândan bir ses yükseldi.
“ Lan, salçalı ekmeklerini
yediğimin çocukları rahat bıraksanıza adamı!”
Köşedeki beyaz eşya servisinin
ustasıydı bağıran. Çocukları kovaladıktan sonra gerisin geriye dükkânına girdi.
Üçüncü seferdir buzdolabını tamir edemediği adamı daha fazla bekletmek
istemezdi. Zaten çocukları kovalamasının esas sebebi de vakit kazanmaktan başka
bir şey değildi. E madem vakit kazanmak istiyordu, neden parktaki adamın hikâyesini
anlatmıyordu.
“ Ağbi, bak şimdi bu adam var ya
ismi Cevahir. Mahallemizin delisi. Deli dediysem de sen bana bakma. Bu Cevahir
Ağbi tıbbiyeli. Zamanında kazanıp giriyor tıp fakültesine. Gayet de başarılı
oluyor ha. Herkes, büyük bir doktor olacağını düşünürken rüzgârın yönü bir anda
değişiveriyor. Cevahir Ağbi, kadavrayı gördüğü gibi salıyor yelkenleri. O gün,
bugündür böyle.” sözlerini tamamladıktan sonra sözleri daha etkileyici olsun
diye çayından bir yudum aldıktan sonra kendince etkileyici bakışı ile
müşterisine bakıyor. Müşterisi ise hiç oralı değil. Balıklara taş çıkaracak
dolulukta bakışları ile ustadan buzdolabı ile alakadar bir cümle bekliyor. Usta
daha fazla kaçamayacağını anlayınca, “ Şimdi canım ağbim, senin makinanın
filtresi pek ha deyince bulunmuyor. Ben sanayide bir ağbimden rica ettim
halledecek. Ha oldu ki halledemedi, eski filtre ile biraz uğraşıp onu yeniden
işler hale getirecek. Sen merak etme ağbim senin iş bende, takip ediyorum
yani.” demeye çalışırken müşteri her zaman haklı olduğunun bilinci altında
mutsuz mutsuz dükkândan çıktı. Vergi dairesi öğle arasına girmeden yetişmek
için adımlarını hızlandırırken kırlaşmış saçlarını geriye atmış, kapkalın bir
gözlük takan, yırtık haki bir tişört giyen Cevahir’in yanından geçerken dünyada
kafaya takılacak bir dert olmadığını bir kez daha unutmak için hatırladı.
Cevahir ise o anda zihninde
kelebekler, kuşlar uçurmuyor; tatlı sularda balıklar beslemiyordu. O sadece
anın tadını çıkartıyordu. Güneşin derisini ısıtmasının, rüzgârın tişörtün
deliklerinden içeri sızıp inceden terlemiş vücudunu okşamasının tadını
çıkartıyordu. Dünyaya anlam vermeden onu doyasıya yaşamak, keyif almak
istiyordu. Arada mazi aklını kurcalasa yapacak pek bir şey yoktu. Demin onun
uzandığı ağacın altında şimdi bir köpek uyuyordu, köpeği kıskandı. Ne kadar da
güzel hakkını veriyor güneşin!