8 Ekim 2018 Pazartesi

Aklı İki Geçe



Sonsuz bir günün içerisinde, yakıcı güneşin gazabından kaçmak için bulduğu ilk ağacın altına boylu boyunca uzanmış, hiçbir niyetten haberi olmadan sakince günü öldürüyordu. Zaman? Saat? Onları terk edeli o kadar çok zaman olmuştu ki artık uslu uslu oturmaktan mahrum kalmıştı. Vakit tembellik vaktiydi; açlığa beş vardı, aklı iki geçiyordu.
Bakışlarının ilerisinde, tepesindeki yaprakların arasından süzülen güneş kırıntılarının ardında bir hayale dalıyordu. Kim bilir tepesinde hangi kuşlar uçuyordu? Bir de neden tüm kanatlılara kuş adı verilip basite indirgeniyordu ki bu güzelim canlar! Ve o kuşlar, kim bilir nerelere gidiyorlardı? Acaba kanatlarında rotalarından başka bir dert var mıydı? Ulan yazık be! Avuç içi kuşun bile kanatlarında dert var. Zaten hiç anlamıyordu; bu uçaklar, bu koca gövdeleri ile nasıl uçabiliyorlar? Avuç içi kadar kuş uçuyor, haydi o neyse…
Güneş kırıntıları ağaç yaprakları arasından süzülüp kafasına düşerken o kalın çerçeveli gözlüklerinin ağırlığı kafasındaki tek ağırlıktı, boşlukta savrulan bir göktaşından hallice.  Acaba gözlüğünü çıkartsa mı? Hiçbir şeyi iki kere düşünmek yoktu yapısında, tabiatına tamamen aykırıydı düşünce. Hemen çıkarttı gözlüğünü ve yaralı yüzün final sahnesinde giyilmiş gibi delik deşik olmuş koyu yeşil renk tişörtünün cebine koydu. Arada bulursa o cebe sigara koyardı, şimdi terden kayganlaşmış gözlüğü koymak ona biraz tuhaf gelmişti. Zaten ona çoğu şey garip gelirdi. Garip!
Saçlarına ne zaman kır düşmüştü, hatırlamıyordu. Sahi en son neyi unutmuştu? Unutmak mı daha kolaydı, hatırlamak mı? Ama en zoru otobüste oturacak yer bulabilmek, tabii otobüse binebilmek ondan da biraz daha zor olabilir. Zamanın ve açlığın arkadan vurduğu zayıf parmaklarını geriye doğru attığı saçlarının arasında dolaştırdıktan sonra parmaklarını kafasının altına alarak kendine en doğal yastığı yaptı. Rahat sayılmazdı ama hiç değilse ona aitti. Yıllardır da kullanıyordu arada sırada çıkan sorunlar dışında hiçbir aksiliklerini, uyumsuzluklarını görmemişti. İyi çocuklardı be!
Biraz kestirse mi acaba? İki kere düşünmeye gerek yok. Kafası biraz yastığa battığı için ayakkabısını yastık olarak kullanmaya karar verdi. Şimdi burada bir sorun peydahlanıyor, hangi ayakkabısını yastık yapmalıydı? Ayağına günde iki kez vuran ama daha yeni olanı mı yoksa emektar olup uysallığı ile gönlünde taht kurmuş olanı mı? Ulan! Büyük başın derdi de büyük olur, kafasına göre ayakkabıyı nereden bulacaktı şimdi. Ne varsa eskilerde var. Eski olanın gene bir standart rahatlığı var, yeninin huyu suyu belli olmuyor. En iyisi eskisi, eskiye her zaman rağbet vardır.
Gözlerini yumdu… Daha huzurlu bir âleme adım adım giderken birden kafasına bir şey düştü. “Lan, acaba yer çekimini mi buldum” diye bir an umutlansa da gözlerini açınca gerçeği anladı. Mahallenin rahatsız ufaklıkları gene sıkılmış olacaklar. Neyse çok kafaya takmaya gerek yok, geriye attığı saçları bozulabilir. Umursamazlık çerçevesinde kafasını öbür tarafa çevirince köşedeki dükkândan bir ses yükseldi.
“ Lan, salçalı ekmeklerini yediğimin çocukları rahat bıraksanıza adamı!”
Köşedeki beyaz eşya servisinin ustasıydı bağıran. Çocukları kovaladıktan sonra gerisin geriye dükkânına girdi. Üçüncü seferdir buzdolabını tamir edemediği adamı daha fazla bekletmek istemezdi. Zaten çocukları kovalamasının esas sebebi de vakit kazanmaktan başka bir şey değildi. E madem vakit kazanmak istiyordu, neden parktaki adamın hikâyesini anlatmıyordu.
“ Ağbi, bak şimdi bu adam var ya ismi Cevahir. Mahallemizin delisi. Deli dediysem de sen bana bakma. Bu Cevahir Ağbi tıbbiyeli. Zamanında kazanıp giriyor tıp fakültesine. Gayet de başarılı oluyor ha. Herkes, büyük bir doktor olacağını düşünürken rüzgârın yönü bir anda değişiveriyor. Cevahir Ağbi, kadavrayı gördüğü gibi salıyor yelkenleri. O gün, bugündür böyle.” sözlerini tamamladıktan sonra sözleri daha etkileyici olsun diye çayından bir yudum aldıktan sonra kendince etkileyici bakışı ile müşterisine bakıyor. Müşterisi ise hiç oralı değil. Balıklara taş çıkaracak dolulukta bakışları ile ustadan buzdolabı ile alakadar bir cümle bekliyor. Usta daha fazla kaçamayacağını anlayınca, “ Şimdi canım ağbim, senin makinanın filtresi pek ha deyince bulunmuyor. Ben sanayide bir ağbimden rica ettim halledecek. Ha oldu ki halledemedi, eski filtre ile biraz uğraşıp onu yeniden işler hale getirecek. Sen merak etme ağbim senin iş bende, takip ediyorum yani.” demeye çalışırken müşteri her zaman haklı olduğunun bilinci altında mutsuz mutsuz dükkândan çıktı. Vergi dairesi öğle arasına girmeden yetişmek için adımlarını hızlandırırken kırlaşmış saçlarını geriye atmış, kapkalın bir gözlük takan, yırtık haki bir tişört giyen Cevahir’in yanından geçerken dünyada kafaya takılacak bir dert olmadığını bir kez daha unutmak için hatırladı.
Cevahir ise o anda zihninde kelebekler, kuşlar uçurmuyor; tatlı sularda balıklar beslemiyordu. O sadece anın tadını çıkartıyordu. Güneşin derisini ısıtmasının, rüzgârın tişörtün deliklerinden içeri sızıp inceden terlemiş vücudunu okşamasının tadını çıkartıyordu. Dünyaya anlam vermeden onu doyasıya yaşamak, keyif almak istiyordu. Arada mazi aklını kurcalasa yapacak pek bir şey yoktu. Demin onun uzandığı ağacın altında şimdi bir köpek uyuyordu, köpeği kıskandı. Ne kadar da güzel hakkını veriyor güneşin!

3 Ekim 2018 Çarşamba

Boş Tabak


Kıvrak bir bilek hareketi ile tabağında artakalan yemeği ustalık ile ekmeğe yerleştirdi. Bu hareketi öylesine doğal öylesine seri ve gene öylesine nizami yapmıştı ki hayran kalmamak, faciadan ekmek payı ile sıyrılan tabağın bulaşık makinesine kirli diye yaftalanıp girmesi ile eş değerde bir şaşkınlık yaratır.
Kaçıncı tabaktı bu? Daha önceki porsiyonlara ne olmuştu? Hepsi onun midesine gittiyse, o nasıl bir mideydi? Mesleği gereği iyi yemek yiyen belki milyonlarca insan görmüştü ama bu adam bir başkaydı. Onunkisi yemek yemek değil, tabağa konan yemeğin hınçla, ekmekle silinip süpürülüp yok edilmesiydi. Topla tüfekle kitleler katledip rahatça arkasına yaslanan şişme gurur yüklü emekli amcalar onun yemek yiyişini görseler bu vahşet tablosu karşısında ağızları açık kalırdı.
Biz burada onu çekiştirirken o eti çekiştirip şişten kurtardı. Diğer bir yanından ekmeğe savaş açıp ayran ile ekmeği birbirine kırdırdı. Bütün bunların yaşanmışlığını şüpheye bırakacak kadar kıvrak, marifetli bir bilek hareketi ile tabağını silip süpürdü ve hatıralarından onu kurtarıp tabağın adını temize çıkardı.
 Bu adam neyin nesi, kimin fesi bilmiyordu. Bilmek zaten istemiyordu. Adamın kim olduğunu öğrenirse kesin bir düşman kazanacaktı. Ama adamın kim olduğunu öğrenmezse o adam hep adamın biri olarak kalacak. Tıpkı tabaklardaki yemekler gibi bir iz bırakmadan hafızasındaki yerini alacaktı.
 Bu aptal yarışma kimin fikriydi. Bu adam hem bu kadar tabak yemeğini yiyecek hem de büyük ödülü alacak hem de iki kez daha ücretsiz yemek kazanacaktı. Neymiş efendim, yarışmaya katılıp kazanamayan kişiler yediklerinin parasını ödeyeceklermiş, reklam olurmuş! Bu adamın yedikleri diğerlerinin toplamından da fazla. Çıkıp adam akıllı bir reklam verse daha ucuz ve çarpıcı olacağı şüphesiz. Bir yıllık dükkanda yemek yarışması mı olurmuş hiç. Mazideki yerini almasına şu tabaktaki salçalı, bol yağlı yemek artığının ömrü kadar yok! Aha ekmek darbesi de geliyor...
Bir bahane bulup yarışmayı iptal mi etse? Kaşının üstünde kaşın, bıyığının üzerinde salça mı var dese? Ya da tamam arkadaşım diyerek yarışmayı ona peşkeş mi çekse? Çamura yatmak olmaz şimdi. Adam hem kurallara uygun yiyor hem de üzerine ekmek ile hareket çekip sünnetleyerek öbür dünyaya prim kasıyor. Adam hem yarışmayı kazanıyor hem de ahirette mekan. Bu kadarı da fazla artık!
Bayılma numarası? Eski numaradır ama işe yarayabilir. En son takside para çıkışmayınca yapmıştı. Evi hastaneye yakın olduğundan mis gibi olmuştu mis...
 Bir... iki...üç... Gözlerini kapa, devril ve da ta...
Devrilirken bir tabak kırıldı ama olsun. Dikkatleri hemen üzerine çekti. Yakasını açan mı, yüzüne kolonya boşaltan mı, bağırıp çağıran mı ne istersen fazlası ile var. Fırsat bu fırsat “Beni eve götürün” diye güçlükle fısıldadı. Fısıltıyı öyle güzel ayarladı ki sadece yanındakiler duydu. Bir anda kollarından ve bacaklarından tutup taşımaya başladılar. Şimdi de sırada karizmayı kurtarmak vardı. Yarışmayı tamamlamalarını isteyecek, onlar da insan evladı oldukları için “sen bırak yarışmayı sağlığını bak. Yarışma iptal olsun” diyeceklerdi. Vee...Olup bitecekti.
Gülmesine zor engel oluyordu;  sesini biraz yükseltip “ Yarışma? Yarışmayı bitirin...” dedikten sonra hemen bir bayılma numarası daha. Kesin işe yarayacaktı. İtiraz etse etse o Allah’ın belası, fil boğazlı adam itiraz ederdi. Beklediği gibi adam ağzını açıp “sen bırak yarışmayı sağlığını bak. Yarışma iptal olsun” deyiverdi. Dünyalar onundu artık bayılmış olmasa kalkıp göbek bile atardı. Ama atamazdı çünkü çok kötü bayılmıştı.
Zararın neresinden dönerse kardı. Hem de gayet yakından dönmüştü. Tam kapıdan çıkarken duyduğu bir ses dünyasını yıktı, geçti. Konuşan en saf garsonlarından biriydi. Her işi kendine sorumluluk beller batırmadan bırakmazdı;
 “ Ustam sen merak etme, biz yarışmayı tamamlarız. Sen rahat ol.” deyiverdi.
O an gerçekten bayılmasa belki durumu toparlardı. Şimdi ise zarara bir de garson tazminatı dahil olmuştu. Bu gün kesinlikle şanssız bir gündü. Bari kaybedenler hesaplarını ödeseler.

3 Nisan 2018 Salı

Başlığa Gerek Yok


Odası karanlık, odasının karanlığı kalbinin yanında gün ışığı.
Fazla mala gerek yok; bir yatak bir döşek bir masa ve sandalye yeter. Yetti.  Bardağa falan gerek yok bu içkiyi nasılsa onunla bir paylaşan yok. Bu gece şehrin bütün manzarası onun. Bütün şarkılar, güzeller, dertler her şey onun. Başka kimsesi yok.  Bir masası, bir sandalyesi, bir de şişesi başka bir şeye gerek yeter. Yatağa da döşeğe de lüzum yok.
Kaç sene olmuştu, ne olmuştu? Bugün ya da şu saat dışında bir hatırası var mıydı hafızasında? Düşünse kazısa, çıkar mıydı acaba bir şeyler? Neyse kazımamak en akıllıca hamle olur. Ya bir şey çıkarsa sonuçta. O böyle mutlu, o böyle güzel. Hem zaten şu an şehrin en güzel adamı o. Her şeyi var. Derdi var, tasası var, masası var, içkisi var, sandalyesi var. Yatağa döşeğe gerek… yok.
Gazete ile kapladığı cama gözünü dikti. Hipnoz etkisindeymişçesine baktı, baktı, baktı… Derinlerine baktı, gazetenin çok ötesine. Baktıkça içti, içtikçe baktı. Baktıkça gördü. Güldü, ağladı somurttu, sinirlendi yüzünde türlü türlü mevsimleri ağırladı hiç zoruna gitmedi. Gitmek zaten aslında güzel bir eylemdi. Bazı küçük ayrıntılara saplanır kalırdı; nereden gittin, nereye gittin ve neden gittin. Sana ne be kardeşim! Ne güzel söylemiş düşmüş yazar, “ Gitmek gitmektir işte, anlam katmanın önemi yok.”
Yudum aldı. Yudum yudum boğulmak istedi. Boğazını yaktı, boğazı parçalansın istedi. Midesi acıdı, midesi yansın istedi.  Şişeye baktı hiç bitmesin, ağzına kadar dolsun taşsın istedi. Şişe, durduğu gibi dursun istedi. Başka bir şey istemedi. Hayatta bir şeyler istememek gerektiğini çok iyi tecrübe etmişti.  Yine de dayanamadı istedi. İnsan evladıydı sonuçta başına neler geldiyse hepsi istemenin sonucuydu; yasak elma, yeni topraklar, güzel yemekler, odun, kömür… liste uzar gider.  İstemek; genine, kemiklerine, tırnaklarına kazınmıştı.
Cinayet, gol, cinayet, kürk, cinayet, aldatma…
Gazeteler üstüne geldikçe geldi. O ise içtikçe içti. Çeyrek, yarım, üç çeyrek… Gene istediği olmamıştı. Şişede durduğu gibi durmamıştı.  Duvarları, camları, bu kahır yükü dünyayı aşmak istedi. Duvardan aşamazdı, bu kahır dünyasından kaçamazdı. Geriye kalan tek şeyi camı açmaktı. Kalktı, sendeledi. İyi içmişti, güzel sevmişti.  Cama yanaştı. Gazetelere bir daha baktı.
Cinayet, tecavüz, gol, sosyete, gol, cinayet, tecavüz…
Elini şaplak atar edası ile cama vurdu. Cam sarsıldı kendine geldi. Elleri ağır olsa gerek fazla taşıyamadı, camla olan temasını bozmadan ellerini indiriverdi. Tüm ölümleri, tecavüzleri alaşağı etti, gene de yetmedi.  Gazeteyi yerle yeksan etti. Gazete yere serildi ve gazetenin hemen ardında iki göz beliriverdi. Karşı balkondaki adam atletinin tüm sadeliği ile sigara içiyordu. Kolunu azıcık uzatıp sigarasının külünü atsa küller ağzına girebilirdi. Anlamsız bir bakışmadan sonra küfür edip pencereden kaçındı.
Yatağa attı kendini. İyi ki vardı yatak. Zaten bir yatağı vardı başka bir şeyi de yoktu, başka bir şeye zaten ihtiyacı yoktu.  Gerçi içkisi vardı, daha demin buralardaydı. Şimdi kim kalkıp onu masadan alacak! Sahi, bir tane de masası vardı. Ama iyi ki yatağı vardı. Hem döşeği de vardı. Mis! Şimdi burada şöyle bir kıvrılıp uyusa te yarına kalkardı.



not: Resim alıntıdır. :)

12 Ekim 2017 Perşembe

TUTARSIZ MONOLOG

Ne fark eder?
Geçen zamanı geri alabilir miyiz?
Bizimki bitmiş de; varsa iki üç fincan yeter sanırım.
Yok, mutsuz değilim; yalnızım sadece.
Mürekkebim bitiyor, kan kaybediyorum.
Bir iki antibiyotik alırsam belki iyi gelir.
Fal bakıyorum evet, seviyorum sevmiyorum ve galiba gidiyorum.
Çıkarken ışığı söndürür müsün?

Rica ederim.
 

17 Ağustos 2017 Perşembe

Kendime Not: Sıfır

Hep bir üşengeçlik! Sırtımdaki ağrı da kolumdaki ağrı da, hepsi üşengeçlikten. Yazmaya üşenen bir yazarı kim okur? Bu beni ta on üç buçuktan vurur. Aklım düşe dokunur, elim düşeyazar ve belki ben düşerim kim bilir?
Peki, ben aslında kimim? Basit bir üşengeç? Çok zora gelmedikçe her zaman doğruyu söyleyen Doğrucu Mamut( hani şu bin beş yüz yetmiş altı kalpten kovulan)? Eskiden itiraf ettiğim gibi densizin biri miyim, aniden gider miyim? Hepimiz gidiciyiz, o konuya girmeyelim. Belki de ukalayımdır ha ne dersiniz? Yani kendimi bu kadar yererken kesinlikle çokbilmişlik yapıyorumdur. Daha birçok şey var aslında sayabileceğim, dökebileceğim. Ama konumuz benim kim olduğum değil. Aslında bir konu yok, sadece konuşuyoruz. Lan aslında bu bizli mizli konuşup yazmaya bayılıyorum. Sanki siz beni okuyorsunuz; ben de sizi kabul etmişim gibi. İçerisinde Lan olan cümleleri de çok seviyorum. Neyse konumuz bu da değil
                Yazmaya üşenmeme çok üzülüyorum. Bir anda üzerime çullanan kelimeleri bir el, bir kalem,  bir bardak hareketi ile uzaklaştırdığım her zamanın sonrasında kendimi üzülürken buluyorum. Bilenler bilir; gönlünüze kalem, kelam temas ederse hayat hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktır. Her an kelimeler etrafınızı sarar. Bir kalem var ise yanınızda asla yalnız kalmazsınız. Kelimeleri dizip hapsetmek için illa ki kâğıt kullanacaksınız diye bir şey yok.  Bu paragrafı kendimi genelleyerek yazıyorum. Hatalı olabilirim eğer ki hatalıysam tahmin edersiniz ki umurumda bile değil. Kelimeler sizi öyle bir ele geçirir; size öyle bir yoldaş olurlar ki er yerde onları görürsünüz. Şaka yapmıyorum. Dünyanın kelimelerden oluştuğunu bile fark edebilirsiniz, çevrenizde uçuşan hikâyeleri er adımda görürsünüz. Dünyada sıkılmak artık size haramdır. Hele ki bir de okur uyuşturucusuna bulaştıysanız işler kolay kolay eskisi gibi olmaz. Bu yollardan geçtikten sonra yazmaya üşendiğim zaman çok üzülüyorum. Tabi siz de benim düşündüğümü düşünüyorsunuz ( bu kısımlarda gülüyorum; siz, biz) “ Lan oğlum, yazsana o zaman!”. 
Eğer şu an varsanız, haklısınız.

                Kendimce bulduğum bahaneler, bazen kendiliğinden beni bulan bahaneler ve çeşitli kombinasyonlar ile kalem ile arama engel koyduğum doğrudur. Ancak şöyle de bir durum var ben artık üzülmek istemiyorum.r 

11 Haziran 2016 Cumartesi





Bknz: Yazar Düşüklüğü


                Yazının düşüklüğü, yazının başlığından ve dosya adından da gayet kendini belli ediyor sanırım. Sanmıyorum aslında biliyorum. Epeydir yazamadım, kağıt başına oturmadım, düşünmedim, kurmadım, yollarda kelimelere rastlamadım veyahut onları görmedim görmezden geldim. Sonuç itibari ile geldim umarım daha önceki gelişlerime benzemez zira ben en çok gitmeyi sevdim, en çok giderek büyüdüm.
                Gene bir duş öncesi geldi kelimeler yutağıma, zorlamadım kendimi yazmaya niyetlenmiştim bir kere. Duşumu aldım sakince, hiç acele etmedim. Islanırken hiç düşünmedim bile ne yazmam gerektiğini, ne yazabileceğimi. Düşünmeye gerek dahi görmemiş olmalıyım ki düşünmek aklıma bile gelmedi. Bilinçaltımda ise biliyordum ne kadar dolduğumu, ne kadar yazmak istediğimi. Belki de bu istek verdi bana bu rahatlığı inanın bilmiyorum. Kendime olan güvenim bir kez daha kısa pantolonu ile ortalıkta dolanıyor şu anda nereden mi biliyorum? Çünkü yazdıklarımın duştan önce aklıma gelenlerle alakası yok. Onlar, düşündüklerim yani bu (yazıyı) sahneyi en iyi gören iki koltuğa yerleşip izliyorlar. En az sizin kadar yabancılar yazıya. Beynimin içinde sahneye çıkmak için yalvarıyorlar. Sanırım onlara bu izni vereceğim.
                Hatırlarım. Nadir de olsa yazdığım yazıları hatırlarım ya da en azından neyden bahsettiğini bilirim. Bir yazım vardı gene böyle kısır olduğum zamanlardan çıkmak için kâğıdı kirlettiğim. İyi bir yazı yazmak için neler gereklidir tarzında fikirleri bolca üzerine boca etmiştim. Nietzsche görse bu sefer kesin ağlardı. “ Sen kimsin ulaan!” diye bağırabilirdi bile hatta şöyle devam ederdi, ” Sen kimsin ulan, sen kimsin de iyi bir yazı yazmanın sırrını millete açıkladığını zannediyorsun? Sen buna yetkin misin? Gerisi bla bla”. Haklıydı da. Ama Nietzsche’nin bilmediği şey ise beni okuyan bir milletin olmayışıydı. Ya da ben millet okusun diye yazmıyordum. Daha doğrusu epeydir yazmıyordum. Neyse bırakalım Nietzsche ağlasın. Biz devam edelim. Sanki biz varmışız gibi dilini kullanıyorken buldum yine kendimi, eminim daha önce de başıma gelmişti bu durum, neyse.
                Birkaç anlamsız ama anlamlı gibi görünen derin sözler; karışık, anlamsız cümleler ve dört kilo kelime ile güzel bir yazı yazılabilir. Sonuna da hayret uyandıracak anlamsız bir bağlama çekilirse ya da farkındalık uyandıracak anlamlı veya anlamsız bir soru konuldu mu alkışlar sizin? Bizden size hızlı bir dönüş, burada gülüyorum. Bunlar da yetmez ise size altın değerinde tavsiyem var yazının içeriğine iki yüz ellişer gram küfür koyun, fazlası zorlama yapar hoş olmaz. Tüm bunları da yerine getirdiyseniz evet, işte yazınız hazır. Tavsiyem arkadaşlar arasında okutun onu, edebiyat öğretmeniniz veya işi bilen birine göstermeyiniz. Ve en önemli tavsiyem, bu kısımda yürekten yazıyorum: Ona sahip çıkın, iyi veya kötü o artık sizin çocuğunuz. Siz ona ne verdiyseniz o, o kadar var.  
                Yazımı burada bitiriyorum. Keşke bu biraz önceki nokta son olsa ne kadar afili olurdu değil mi? Ama içim rahat etmezdi, şayet size duştan önceki düşüncelerimi de saldığımı söylemeseydim.



Resim tabi ki de alıntı :)

   

14 Haziran 2015 Pazar

Yar'ım Ekmek

                Geçen yine evde canım sıkılıyor, her zamanki günlerden birindeyim anlamayacağınız, dışarı çıkıp yürümeye karar verdim. İnsanların arasından geçip gidecektim daha önce defalarca kez yaptığım gibi. Siyah şortumu giydim; yırtık falan ama bu bana engel değil. Bugüne kadar en çok o şortun içinde rahat ettim. Sonra da rastgele bir tshirt alıp giydim. Mutfağa su içmek için girdiğim de ablamı kendisine atıştırmalık bir şeyler hazırlarken buldum. Bana da hazırlamasını rica ettim; kabul etmedi. Kızmadım, kızmam gerekirdi ama kızmadım. Hemen bir ekmeğin yarısını kopartıp içine peynir tıkıştırdım ve bastım ketçabı.
Yanıma ne cüzdan aldım ne de telefon. Bu benim kendime yaptığım yürüyüşlerde biri olacaktı. Kendime yandaş olarak sadece yarım ekmeğimi alacaktım; başka bir şeye ihtiyacım yoktu çünkü sanırım.
Parmak arası terliklerimi giydim. Yeni aldığımı değil ama eskilerini; içinde daha rahat hissediyorum onların. Zamanla ayağımın biçimsizliğini aldıklarından dolayı daha rahattım onlarla. Ekmeğimi elimde, kapıyı yüzüme kapatıp yola koyuldum. Apartmandan çıkana kadar ekmeğimden tek bir ısırık bile almadım. Bazen böyle saçma inatlarım olur benim. Apartmandan ilk çıktığımda gece olduğunu fark ettim. Geceyi tüm benliğimde hissettim sadece sol elimde hissetmedim çünkü o elimde ekmek vardı.
Sokağa çıkmak için biraz merdiven tırmanmam gerekti. Ay ışığını beklerken sokak lambasını gördüm gökyüzünde; varsın olsun.  Birbirinin dibine park eden arabaların arasından geçip ne kadar zayıf olduğumla övündüm kendi kendime; elimde ekmeğimle. Artık mahalledeydim, ekmeğimden ilk ısırığı alıp yürümeye başladım; biraz daha merkeze, biraz daha kendime.
Yollarına aşina olduğum bu semtte yürümek, özellikle geceleri, beni her zaman iyi hissettirmiştir. Bilenler bilir kolayına iyi hissetmem çünkü kremalı pastanın kremasından ziyade kekiyle ilgilenirim çoğu zaman.  Ayak seslerim yankılanırken sokaklarda yürümeye devam ettim elimde yarımdan biraz az ekmeğimle. Ekmeğimin tadını çıkartmak için yavaş yavaş, haz olarak yemeye karar vermiştim.
Yolum tenhalardan çıkıp kalabalığa karışınca insanların garipseyen bakışları ile karşılaştım. Bir bana bakıyorlardı bir ekmeğime; eminim hepsinin gözü ekmeğimdeydi. Onlara aldırmadan yürümeye devam ettim. Ne aldıracaktım ki? Hiç!
Ekmeğimin tadına varamıyordum; o kadar güzeldi ki, anlatamıyorum. Terliğim ile ayağımın arasındaki açıyı hızla arttırıp kapatıyordum. Çıkan sesle de çok güzel eğleniyordum. Dünya bir kez daha umurum içinde değildi, hafiften mutlu olduğumu bile söyleyebilirdim ama beni tanıyanlar bilir asla söylemezdim.
Sonra yolum bir kuaförün önüne düştü, arsız ayaklarım işgüzar işler peşindeydi anlaşılan. Kapıdaki bekleyen damada acıdım. O boş boş kuaförün önünde beklerken; ben elimde ekmeğim, en rahat şortum ve müthiş rahat parmak arası terliklerim ile kuaförün önünden çekip gidecektim. Benim Damızlığı geçmeme bir iki adım kalmıştı ki içeriden eski sevgililerimden, şimdinin sevgisizlerinden biri çıktı üzerinde gelinliği ile. Beni gördü, hemen karalar bağlamış adamın elini tutup arabalarına yöneldi. Ben de arkalarında kaldım elimde yarısı yenmiş yarım ekmeğimle. Araba hemen harekete geçti, ben arka cama yapıştırılmış harflerden çocuğun adını baş harfini bile görememiştim, bakmıştım oysa.
Çok önemsemedim açıkçası onları, kız çirkindi de huyu da çirkindi. Benim için mundardı, benim ekmeğim çok güzeldi. Yürümeye devam ettim. Bir sonraki kuaförün önünden normalden hızlı geçtim. Ne olur ne olmaz, Allah muhafaza.
İnsanlardan sıkılıp bir ara sokağa daldım. Yol dardı ama çok parlak ve gürültülüydü ama içinden geçmem gerekiyordu. Gürültüye ve ışıklara aldırmadan yürümeye devam ettim. Eğlence vardı anlaşılan sokakta, asker eğlencesi olsa gerek diye düşündüm. Olsa iyiydi! Daha burnumdan aldığım soluğu vermeden başka bir eski sevgilimin şimdinin sevgisizinin daha nişanlandığını ve parmaklıklar ardını boyladığını gördüm. Ne de olsa mantıkta yüzük de parmaklıktı.
Şimdi nasıl geçecektim bu sokaktan? Yarısına kadar geldiğim yolu geri dönemeyecek kadar üşengeçtim. İnsanlar bana ve ekmeğime garip bakıyordu. Söylemiştim hepsinin, ama hepsinin gözü ekmeğimdeydi. Yapacak bir şey yoktu, yol önümde duruyordu. Yollu olmak benim kaderimdi. Yoldan geçip giderken gelinin beni görüp el sallamadığına yemin edebilirdim.
Bu kadarı fazlaydı. Kendime yola çıkıp kendimden geçmiştim neredeyse. Bir an önce eve gitmek istiyordum ya da daha fazla gelin, giden, görmeden. Ara sokaklara daldım yeniden ama bu sefer tenha ve ışıksız olanlara. Tek gürültü ayak sesimdi. Derken onu da duyamaz oldum, arkadan gelen araba ışıksızlığımı da aldı. Hatta kenarı kaçayım diye korna bile çaldı terbiyesiz. Sanki ben arkamda araba olduğunu anlamayacak kadar geriden zekâlıydım. Kenarı geçip durdum, araba da tam iki metre önümde durdu. Sinirlenmiştim madem iki metre önümde duracaktı neden korna çalmıştı bu muallak. Yanaşıp iki laf söyleyip gecenin tatlı bitmesini istedim. Yanaştığımda arabanın kapıları açıldı, tam şoföre sokuluyordum ki arka kapıdan başka bir eski sevgili şimdinin sevgisizi gelin indi. Bana baktı, benden daha az şaşırdı. Şoför bana baktı o da şaşkındı damat ise anlam arayan bir ifadeye sahipti.
“ Mutluluklar demek istemiştim ” demek istemiştim ama ağzımdan sadece” mutluluklar ” çıktı. Damat teşekkür edip gitti; gelin teşekkür bile etmedi zaten pek kibar biri sayılmazdı. Bana öfke dolu bir mesaj atmıştı ayrılıktan sonra.
Onlar da gitti işte. Bir ben gidemedim, biraz kaldım orada elimde ekmeğimle öylece kaldım.