28 Nisan 2012 Cumartesi

Terk-i Mürekkeb

  İçinde bulunduğum odadan büyüğüm. Ruhum kabına daha fazla sığamıyor. Tüm sevdiklerim bir bir gidiyor. Kalanlardan ise ben gitmek istiyorum. Dert anlatmak değil benimkisi sadece bir açıklama, bir veda öncesi son konuşma… Belki kısa süreli bir veda olur belki süresiz. O zamana kadar ne yaparım hiç bilmiyorum. Yaptığım; yazmaya ve hoşlandığım her şeye el sallama hareketi, tabi kibarca!
  Ben, benden istenilen kişi olamadım, istediğim kişi de olamadım. Sanırım en güzeli kitaplardaki, filmlerdeki başrol oyuncusunun en uzağındaki adam olmak, hani şu başroldekinin kısa süreliğine girdiği barda en köşede alkolik manevralar yapan adam gibi… Sosyal bilgiler kitabını başucu kitabi yapıp ona göre yaşamımı şekillendirmek için tabi bu uyku sorunumu da çözebilir. Ders çalışmak, antidepresanlarla arayı bozmak, alkolü içten içe özlemek.
  Ey benim okumayanım, dünyadan çok fazla bir şey eksilmeyecek. Birkaç tane lakırdı zaten hepsi bitecek. Tüm sevdiklerin bir gün seni terk edecek. Zamansız öten horozun başı kesilecek. Hadi,nefretlerini üstüme salgıla şimdi. Sonra üstümü ört ve yerimi unut. Bakarsın bir gün beni bulunca sevinirsin ha! Saçmalama lan! şimdi üstümü güzelce ört.
  Herkesten uzakta büyük ihtimalle keyfim yerinde olur ama son arzumu da sorarsan o da votka sek olur. İçine bir dilim limon ve üç parça buz ona yoldaş olur. En sevdiğim, en özlediğim ‘korkarım’ alkol olur. O da el olur. Belki kısa süre sonra elimde olur, bence de olur. Sonrasında yazar kaybolur. Kalanlara uyarısı tek olur:
-          Akıllı olan gitsin oğlum!    

26 Nisan 2012 Perşembe

Hükmü Dar

  Eski, güzel zamanlardaydı. Herkes huzur içinde bir arada yaşamaktaydı. Zarar vermek ise daha icat olmamıştı. Gelmek bile bilinmez iken gitmek nasıl bilinebilirdi? Herkes mutluydu, inanması zordu.
  Tüm insanlar bir arada barış içinde yaşarlardı. Renkleri birbirini tutmazdı ama elleri bir aradaydı. Tüm bu ailelerin üzeride ise bir aile yaşardı. Yaradan onları üstün yaratmıştı. Diğerlerinin huzurunu onlar korumaktaydı. Hüküm ateşini onlar sürmekteydi. Ateş hükmedenleri sayesinde kimse zarar verememekteydi.
  Altı kişilik bir aileydiler. Birlikte kaç milat bitirdiler ama bitmek nedir bilmediler. Yaratılışlarından beri hiç ayrılmadılar. Ayrılırlarsa dünyanın yaşanılmayacak bir yer olacağının bilincindeydiler. Bir gün bilinçlerini yitirdiler…
   İlk giden babaları oldu. Bir anda, hiç beklenmedik bir zamanda yok oldu. Anneleri ilk başta afalladı. Ne yapması gerektiğini bilemedi zira doğduğundan beri evliydi. Hiç bilmezdi; özlem neydi? Dört oğlan çocuğu ilk defa hissetmişlerdi; özgürlük neydi, gitmek neydi? Doğan en kötü his ise babalarının yerine geçme isteğiydi. Diğer kardeşlere hüküm etmek ne güzel bir hikâyeydi öyle! Hüküm savaşları başlamalıydı…
  İnsanlar afalladı; çünkü denge kaymaktaydı. Gökyüzünden gelen taşlar, mızraklar, yerlere saplandı. İnsanların barınakları ilk kez sallanıyor, yıkılıyordu. Toprak savaş aletlerinin saplandığı yerden kopmaya başladı. Herkes renktaşları ile bir araya toplandı. En güzel yerleri ele geçirmek için insanlar da savaşa başladı. Renklere kızıl karıştı. Denizler yükseldi, kopan toprak parçalarını birbirinden uzağa taşıdı.
  Yukarıdaki savaş hız kesmeden devam ediyordu. Anneleri, babalarının yasını bile tutamıyordu bu hengâmede. Evlatlarının kavgası da tuz biber oldu, anne yüreğine. Yürek daha fazla dayanamadı bu yüke. Uyanmadan rüyasından gitti sevdiğine. Dört kardeş ise annelerinin de gidişine anlam veremediler.  Zamanla anlamsızlığı kulplar ile büyüttüler.
  En küçük kardeş; annesinin, babasının yanına gidişine çok üzülmedi. O gülüp eğlenmeye devam etti.
  En küçük ikinci kardeş ise; küçük kardeşi gibi düşünüyordu ama yanılma payını da hesabına alıyordu. Bu yüzden gülüp eğlendiği zamanların arasında gülüp eğleniyordu.
  Üçüncü kardeş; annelerinin de babaları gibi onları bırakıp gittiğini düşünüyordu. Bu yüzden de çoğu zaman durgun duruyordu. Zaman zamansa anne ve babasının yeniden birlikte olduğunu düşünüp çevresine gülücükler dağıtıyordu.
  En büyük kardeş ise en bilinçli olandı. Anne ve babası o ve kardeşlerini bırakıp gitmişlerdi, bilirdi. Küçük kardeşlerine de sahip çıkamamıştı, hüküm derdinden yanmıştı. Ona ise bundan sonra soğuktan donmak yakışırdı. Eski güzel günleri andığı nadir zamanlar dışında ise hiç gülmemeye başladı.
  Dört kardeş daha fazla bir arada duramadı ve dünyaya dağıldı. Bir daha bir araya gelmemek üzere…
  İnsanlar ise dört kardeşin hükmü altında yaşamaya devam ettiler. Onlara yeni isimler verdiler, onlara mevsimler dediler. Büyük kardeşe kış, bir küçüğüne sonbahar, üçüncüye ilkbahar ve en küçüğüne de yaz ismini verdiler. Mevsimlerse tüm bunları önemsemeden geçip gittiler…

20 Nisan 2012 Cuma

Beklentiler Köşesi

  Vakitlerden cumartesi sabahı gene cumayı kaçırmış bir şekilde uyanmışım. Ettiğim dualar kabul olur sanmışım. Bir köşede yanılmışım, orada beklemeye başlamışım. Olmuş hayli zaman beklentiler köşeme alışmışım.

  “olmayacak duam, biliyorum olmayacaksın, kabul etsin yaradanım.”

  Üstüm başım daha önceki uykudan gelişlerime oranla gayet düzgün. Kıyafetim de alkol kırıntıları yok, ellerimde yüzümde sarhoş ağızdan düşen yemek damlaları yok. Ellerim boya içinde, ağzım olmayacak bir duanın peşinde...

“günaydın”

  Suskun kulaklar ve aciz kullar, hepsi uyanmış ve yerindeler onlar. Hepsi gitmeye programlanmışlar. Boğaza takılan bir tahinli çörek gibi rahatsız edici ve kurtarıcısı iki karışık gibi dil yakıcı.

 “tadı hepsinden acı”

  Yalnız başına edilen bir kahvaltı daha, eğilmiş kese kâğıdının üzerine öncelikli niyeti tokluk artıkların hepsi yolluk. Alışmamak lazımmış gölgelerin temasına. En büyük gölgeler bile kaçarmış çünkü ışığa rastlayınca.

“anlattığım gibi edebi değil aslında”

  Uyku firarisi gözler, güzel bir söz bekler.  Beklentiler köşesinde böyle şeyler olur ve biter. Alınlarına ‘gitmek’ sürülenler, istemeseler bile giderler. Çünkü insan aciz bir yaratıktır; her zaman iyi yaptığı şeyleri yineler ve gider.

“oysa yazar bilmez! Gidenin neden boynu değil de omuzları büküktür?”

  Uykudan bihaber gözler su ve ayak yolunu gözler. Kahvaltının ardından bir avuç hap günü destekler. Kelimeler kâğıda giden yollara düşer. Yaşam destek ünitesi yolunu gözler o ise ötenazi ister.

“ gaye yoktur. Toprağa tohum düşer ve bu yazı biter."

14 Nisan 2012 Cumartesi

Buna Bir İsim Lazım

  Görünmez bir güç var sanki beynimin sağ yanından kelimeleri, kalemimi çekip almaya çalışan yüzsüz bir vinç misali.

  Alkolsüz on dördüncü gün… Kelimelerimin üzerindeki saf alkolün alkolü havaya karıştı; kelimelere saflık miras kaldı. Tatmin bugün gene eve uğramadı, arkadaşında konakladı.

  Korkum yok;  ancak tedirgin de olmuyor değilim: ya alkolsüz hissedemezsem! Karbonu kaçmış karbon kâğıdı olursam, olduğum yerde durursam ve bunu hissedemezsem! Varsın kalemim kırılsın, kâğıdım yansın o vakit.

  Dünya mı? Dünyaya gerek yok zaten.

  O mu? O zaten ortalıkta bulunanlar ile gününü gün etmekte.

  Ben mi? Ben ise artık bir şişenin içinde bile yer bulamayan gariplerden biri olmaktayım. İzmir’den sesleniyorum, İstanbul’dan birileri beni duyar nasılsa…

  Kim demiş biçareyim! Çarenin kendisiyim. Kelimelerime beyin verin. Başka yerde yok iyi dinleyin! Bu bir düşeyazar veryansını görmezden gelin. Durun daha gitmeyin, biraz daha bekleyin. Neyse boşuna beklemeyin hadi şimdi gidin. Beni tanımayan herkese selamımı söyleyin. Durun lan gülmeyin.

11 Nisan 2012 Çarşamba

Bozuk Mevsim

           -Gidiyorum
           -…
 - Hoşça kal

   Giderken tüm yaşanmışlıkları cebime dolduruyorum. Bir sokakta, bir lambanın ışığında, kulağımda bir eski şarkı, kafamda vurgun yemiş düşünceler ve oyuncuları bozuk yaşam sahnesindeki rolümü oynuyorum. Rolüme doğaçlama katıyorum, zaten başka katacak bir şeyim yok. Bir ben bir de hayal kırıklıkları, bu şehrin karanlık sokaklarında ayaklarımı sürüye sürüye gidiyorum. Ellerim ceplerimde geride bıraktıklarıma el sallamamak için ellerimi saklamayı seçiyorum. Sessiz bir veda ve birkaç adım düzeneği ile ben gidiyorum. Kalbimin sadece kan pompalaması lazım bir süre ve beynim en çok görev ona düşüyor. Artık dizginleri ele almasının zamanı geldi çünkü…

   Giderken ağzımı sımsıkı kapalı tutuyorum, söyleyemediklerimi yutmak istiyorum ama kuru kuru olacak gibi değil. Bir destek arıyorum, bir şişe…  Lakin bu sefer şişenini içindeki her zamankinden değil. Sanki sahte.  Boğazımdan geçense sadece bir hayal, tıpkı panjuru kapatıp uyumak gibi, kısa süreli bir tatmin hissiyatı. Bir avuntu parçası, avuç içi yarası!

   Yıllarca, evet yıllar geçmiştir üzerinden, gitmekle ilgili unutulmayacak(peh!) bir yazı yazmak istemiştim. Ancak şimdi fark ediyorum ki öylesi bir yazı yazmak harcım değil. Birçoğunun harcı değil.  Gitmek basit bir eylem, basit ancak o an bize yüklediği anlam kimsenin bir daha sahip olamayacağı bir anlamdır.  Çünkü bir yerden sadece bir kere gidebilirsin, kalbin o teli sadece bir kere kopar ve o adımı, o kelimeyi asla geri alamazsın. Havada bir dev çığlığı yankılanır ama bir yaprak bile yerinden oynatamaz. Yaprak o an yaprak değildir zaten dev de devliğini kaybetmiştir.

  Bir ses yankılanır; ”Hoşça kal” ve giden gider… 

  Giden de gidenin arkasından bakakalan da teselli ışığı aramaya başlar. Kimisi başka kucağa kaçar, kimisi odasına, kimisi yemek yer, kimisi içer, kimisi… ve kimisi de yazı yazar, şiir yazar.

Mevsimlerden gitmekti
Bana,” kal burası çok soğuk” dendi
Oysa ellerim pistir benim
Tenim sıcak olsa da
Yüreğim terk edilmiş bir denizdir
Denizlerimde ise yüzenler ölü balıklardır
Onların soğukluğu yüreğime yansıyandır
Ve ellerim pistir benim
Ona dokunamamak, en dokunaklı hikâyemdir
Müebbet bir odanın yalnızlığına, gardiyanlık yapmaktır
Vakitlerden ise Perşembe sabahıdır
Mevsimlerden ise gitmektir

9 Nisan 2012 Pazartesi

Absürdizm

  Çevremdeki her sesi duyuyorum.

  Hepsinden bir parça algılıyorum, algımı parçalara ayırıyorum. Belki bu yüzden dikkatim çabuk dağılıyor, algıda güçlük yaşıyorum…

 Çevremdeki herkes benim. Hepsini içimde yaşatıyorum. Düşmanlarım ile dostlarımı, ailemi aynı yere koyuyorum. Kurda kuzuyu emanet ediyorum;  kuzu kurda zarar veriyor. Buna herkes şaşıyor bense anlıyorum.

  Matsyanyaya ile dalga geçiyorum.

 İçimde bir düşman var hepsinden daha tehlikeli, hepsinden daha ben… En çok onu seviyorum, kendime yakın tutuyorum. O benim zihnimi deşiyor, içimi kemiriyor. Bense ona iyi davranıyorum, onu alkolle besliyorum.

5 Nisan 2012 Perşembe

Kimse Alınmasın


   Asıl olan asıl olmayanmış. Çevremi saranlar hep arkadan dolaşanlarmış. Herkesin söylediği bir tutam yalanmış. Kimisi tam tutturamamış yalanın ayarını, gerçeğin tadı kaçmış. Tüm arkadan dolaşanların ismi arkadaşmış. En hoş çakal arkadaş-çakalmış…
   Bana bir rol verilmiş yaratan tarafından. “Kendi kirliliğin kirlet temiz geçinenlerin kelimelerini. Kirlet ki kendi kirliliklerinin farkına varsınlar. Onlara yazılar yaz. Okumasalar da sen yaz, bir gün elbet okurlar ya da duyarlar başkalarından kelimelerinin kibrini. Sen yeter ki yaz. Aklı olan varsa ki onlar olduğunu sanırlar, işte onlar bu kalemi anlarlar ve ondan korkarlar. Ki korkmalılar da!  Benim zihnime batan kelimeler kalemimden çıkıp onların tenine saplanacak ve hak edenler bundan payına düşeni alacak.”
   Başta belirtmedim; bu yazı, bir kızgınlık anında peydahlanan kelimeler yumağından çok uzakta. Bu yazı kendini zeki zanneden, seviye düşkünlerine kalemimin selamı…
   Unutmadan, unutturmamak isterim:
   “ Seviye düşkünü olan güzel insan, sen kendini zeki olarak görüyorsun ya biz seni öyle görmüyoruz. Sen bizi kandırdığını düşünüyorsun ya biz aslında kanmıyoruz. Sadece az saçmala, az konuş ve gözümüze daha az görün diye susuyoruz ve kanmış gibi yapıyoruz. Bir de bizi güldürdüğün için seni seviyoruz. Şaka yaptım lan hemen heyecanlanma biz esprilerine değil sana gülüyoruz…”
   Asıl olmayanlara buradan kucak dolusu sevgilerimi iletirken bu yazı onlara karşı olan saygımın bir nişanesidir, gereksizdir. Her ne kadar kelimelerimi ziyan ettiğimi düşünsem de sen hoş-çakal.


Kimse alınmasın ;)

1 Nisan 2012 Pazar

bir ölünün kalp çırpıntıları


çok olmamıştı deli gibi sevdiğinden geçeli toprak altına gireli
dört tarafı tahtalar arasına sıkışmış kalbin
unutmuş bile nereden geldi kimdi
bir zamanlar çarpar mıydı deli gibi sever miydi
şimdi kan odalarına toprak yığılmıştı
bir sevdiği vardı ondan sonra yolu yarılamıştı
daha zamanı vardı o ise sevgiliye susamıştı
mezarına alkol döken serseriler işe yaramazdı
güneş bile ona sönük kalırdı
o buralara yabancıydı kara toprak değil ışık arardı
ceplerinde bir zamanlar umut varken şimdi topraktaydı
beklenmeyen bir anda bir ışık huzmesi saçıldı
kalbi bile şaşırdı heyecanlandı
mezarda bile olsa gelen yardı yarındı
yardan düşmekten kaçınılmazdı
kan kalbe hücum etti sevdiği gelmişti
kalp sahibine biat etti toprağı odalarından def etti
bir gayret kalp yeniden dirildi
sahibine seslendi
sahibi ise sadece oradan geçmekteydi
kalp inledi inledi toprakla sevişti
ve yenildi