14 Haziran 2015 Pazar

Yar'ım Ekmek

                Geçen yine evde canım sıkılıyor, her zamanki günlerden birindeyim anlamayacağınız, dışarı çıkıp yürümeye karar verdim. İnsanların arasından geçip gidecektim daha önce defalarca kez yaptığım gibi. Siyah şortumu giydim; yırtık falan ama bu bana engel değil. Bugüne kadar en çok o şortun içinde rahat ettim. Sonra da rastgele bir tshirt alıp giydim. Mutfağa su içmek için girdiğim de ablamı kendisine atıştırmalık bir şeyler hazırlarken buldum. Bana da hazırlamasını rica ettim; kabul etmedi. Kızmadım, kızmam gerekirdi ama kızmadım. Hemen bir ekmeğin yarısını kopartıp içine peynir tıkıştırdım ve bastım ketçabı.
Yanıma ne cüzdan aldım ne de telefon. Bu benim kendime yaptığım yürüyüşlerde biri olacaktı. Kendime yandaş olarak sadece yarım ekmeğimi alacaktım; başka bir şeye ihtiyacım yoktu çünkü sanırım.
Parmak arası terliklerimi giydim. Yeni aldığımı değil ama eskilerini; içinde daha rahat hissediyorum onların. Zamanla ayağımın biçimsizliğini aldıklarından dolayı daha rahattım onlarla. Ekmeğimi elimde, kapıyı yüzüme kapatıp yola koyuldum. Apartmandan çıkana kadar ekmeğimden tek bir ısırık bile almadım. Bazen böyle saçma inatlarım olur benim. Apartmandan ilk çıktığımda gece olduğunu fark ettim. Geceyi tüm benliğimde hissettim sadece sol elimde hissetmedim çünkü o elimde ekmek vardı.
Sokağa çıkmak için biraz merdiven tırmanmam gerekti. Ay ışığını beklerken sokak lambasını gördüm gökyüzünde; varsın olsun.  Birbirinin dibine park eden arabaların arasından geçip ne kadar zayıf olduğumla övündüm kendi kendime; elimde ekmeğimle. Artık mahalledeydim, ekmeğimden ilk ısırığı alıp yürümeye başladım; biraz daha merkeze, biraz daha kendime.
Yollarına aşina olduğum bu semtte yürümek, özellikle geceleri, beni her zaman iyi hissettirmiştir. Bilenler bilir kolayına iyi hissetmem çünkü kremalı pastanın kremasından ziyade kekiyle ilgilenirim çoğu zaman.  Ayak seslerim yankılanırken sokaklarda yürümeye devam ettim elimde yarımdan biraz az ekmeğimle. Ekmeğimin tadını çıkartmak için yavaş yavaş, haz olarak yemeye karar vermiştim.
Yolum tenhalardan çıkıp kalabalığa karışınca insanların garipseyen bakışları ile karşılaştım. Bir bana bakıyorlardı bir ekmeğime; eminim hepsinin gözü ekmeğimdeydi. Onlara aldırmadan yürümeye devam ettim. Ne aldıracaktım ki? Hiç!
Ekmeğimin tadına varamıyordum; o kadar güzeldi ki, anlatamıyorum. Terliğim ile ayağımın arasındaki açıyı hızla arttırıp kapatıyordum. Çıkan sesle de çok güzel eğleniyordum. Dünya bir kez daha umurum içinde değildi, hafiften mutlu olduğumu bile söyleyebilirdim ama beni tanıyanlar bilir asla söylemezdim.
Sonra yolum bir kuaförün önüne düştü, arsız ayaklarım işgüzar işler peşindeydi anlaşılan. Kapıdaki bekleyen damada acıdım. O boş boş kuaförün önünde beklerken; ben elimde ekmeğim, en rahat şortum ve müthiş rahat parmak arası terliklerim ile kuaförün önünden çekip gidecektim. Benim Damızlığı geçmeme bir iki adım kalmıştı ki içeriden eski sevgililerimden, şimdinin sevgisizlerinden biri çıktı üzerinde gelinliği ile. Beni gördü, hemen karalar bağlamış adamın elini tutup arabalarına yöneldi. Ben de arkalarında kaldım elimde yarısı yenmiş yarım ekmeğimle. Araba hemen harekete geçti, ben arka cama yapıştırılmış harflerden çocuğun adını baş harfini bile görememiştim, bakmıştım oysa.
Çok önemsemedim açıkçası onları, kız çirkindi de huyu da çirkindi. Benim için mundardı, benim ekmeğim çok güzeldi. Yürümeye devam ettim. Bir sonraki kuaförün önünden normalden hızlı geçtim. Ne olur ne olmaz, Allah muhafaza.
İnsanlardan sıkılıp bir ara sokağa daldım. Yol dardı ama çok parlak ve gürültülüydü ama içinden geçmem gerekiyordu. Gürültüye ve ışıklara aldırmadan yürümeye devam ettim. Eğlence vardı anlaşılan sokakta, asker eğlencesi olsa gerek diye düşündüm. Olsa iyiydi! Daha burnumdan aldığım soluğu vermeden başka bir eski sevgilimin şimdinin sevgisizinin daha nişanlandığını ve parmaklıklar ardını boyladığını gördüm. Ne de olsa mantıkta yüzük de parmaklıktı.
Şimdi nasıl geçecektim bu sokaktan? Yarısına kadar geldiğim yolu geri dönemeyecek kadar üşengeçtim. İnsanlar bana ve ekmeğime garip bakıyordu. Söylemiştim hepsinin, ama hepsinin gözü ekmeğimdeydi. Yapacak bir şey yoktu, yol önümde duruyordu. Yollu olmak benim kaderimdi. Yoldan geçip giderken gelinin beni görüp el sallamadığına yemin edebilirdim.
Bu kadarı fazlaydı. Kendime yola çıkıp kendimden geçmiştim neredeyse. Bir an önce eve gitmek istiyordum ya da daha fazla gelin, giden, görmeden. Ara sokaklara daldım yeniden ama bu sefer tenha ve ışıksız olanlara. Tek gürültü ayak sesimdi. Derken onu da duyamaz oldum, arkadan gelen araba ışıksızlığımı da aldı. Hatta kenarı kaçayım diye korna bile çaldı terbiyesiz. Sanki ben arkamda araba olduğunu anlamayacak kadar geriden zekâlıydım. Kenarı geçip durdum, araba da tam iki metre önümde durdu. Sinirlenmiştim madem iki metre önümde duracaktı neden korna çalmıştı bu muallak. Yanaşıp iki laf söyleyip gecenin tatlı bitmesini istedim. Yanaştığımda arabanın kapıları açıldı, tam şoföre sokuluyordum ki arka kapıdan başka bir eski sevgili şimdinin sevgisizi gelin indi. Bana baktı, benden daha az şaşırdı. Şoför bana baktı o da şaşkındı damat ise anlam arayan bir ifadeye sahipti.
“ Mutluluklar demek istemiştim ” demek istemiştim ama ağzımdan sadece” mutluluklar ” çıktı. Damat teşekkür edip gitti; gelin teşekkür bile etmedi zaten pek kibar biri sayılmazdı. Bana öfke dolu bir mesaj atmıştı ayrılıktan sonra.
Onlar da gitti işte. Bir ben gidemedim, biraz kaldım orada elimde ekmeğimle öylece kaldım.





13 Mart 2015 Cuma

PENCERESİ CAM CAMA MUALİM



               Yeryüzü, soğuktan korunmak için bembeyaz örtüsünü üzerine çekmiş ısınmaya çalışıyordu. Penceresinden ise bir ömür, bir kış geçiyordu. Sorarsan çok özlüyordu; neyi, kimi bilmiyordu, tıpkı neyi, kimi sevdiğini bilmediği gibi. Sadece özlüyordu.
                Kol ağızlarından çekip uzattığı kazağının içine sakladığı ellerinden biri göbeğinde diğeri pencerenin pervazında duruyordu. Kafasına tokadan başka şeyler de takıyordu. Kıvırcık saçlarını bağlamaya hiçbir tokanın gücü yetmediği gibi düşünceleri de engel tanımıyordu. Kafasında bin dokuz yüz doksan dokuz tilki dolaşıyordu. Bine bir kalan ise bahçesinde dolaşıp onun ellerinden besleniyordu. Kedi, köpek kim gelirse bu ellerden nasipleniyordu. Yeter ki gelsin.
                Aslında dikkatli baksa belki camda kendini görebilirdi. Ama o hiç dikkatli olamamıştı ki! Ne kendini görüyordu ne de önünde uzanan dağları. Aslında sadece bakıyordu, gördüğü söylenemezdi.  Bazen insan sadece bakar, yani bakarmış.
                Altında toplayıp ısıtmayı çalıştığı ayaklarını düşünse ağrısını hissedebilirdi ama o düşünmüyordu. Bazen düşünmemek gerekirdi, fark etmemek.  Çift kat giydiği çorapları bile soğuğu kesemezken düşünmek ne işe yarardı zaten.
                Bir çay olsaydı ne güzel olurdu ama ruhu da tembeldi tıpkı efendisi gibi. Öylece duruyordu pencerenin önünde. Zaten bazen öylece durmak gerekir. Hiçbir şey yapmadan durmak; sanki bir tren, dolmuş, gemi bekler gibi… Sadece durmak.
                Sadece özlüyor, duruyor, bakıyordu ama görmüyor, hissetmiyor, düşünmüyordu. Çünkü bazen sadece…

Bir Köy Öğretmeninin Penceresinden