8 Ekim 2018 Pazartesi

Aklı İki Geçe



Sonsuz bir günün içerisinde, yakıcı güneşin gazabından kaçmak için bulduğu ilk ağacın altına boylu boyunca uzanmış, hiçbir niyetten haberi olmadan sakince günü öldürüyordu. Zaman? Saat? Onları terk edeli o kadar çok zaman olmuştu ki artık uslu uslu oturmaktan mahrum kalmıştı. Vakit tembellik vaktiydi; açlığa beş vardı, aklı iki geçiyordu.
Bakışlarının ilerisinde, tepesindeki yaprakların arasından süzülen güneş kırıntılarının ardında bir hayale dalıyordu. Kim bilir tepesinde hangi kuşlar uçuyordu? Bir de neden tüm kanatlılara kuş adı verilip basite indirgeniyordu ki bu güzelim canlar! Ve o kuşlar, kim bilir nerelere gidiyorlardı? Acaba kanatlarında rotalarından başka bir dert var mıydı? Ulan yazık be! Avuç içi kuşun bile kanatlarında dert var. Zaten hiç anlamıyordu; bu uçaklar, bu koca gövdeleri ile nasıl uçabiliyorlar? Avuç içi kadar kuş uçuyor, haydi o neyse…
Güneş kırıntıları ağaç yaprakları arasından süzülüp kafasına düşerken o kalın çerçeveli gözlüklerinin ağırlığı kafasındaki tek ağırlıktı, boşlukta savrulan bir göktaşından hallice.  Acaba gözlüğünü çıkartsa mı? Hiçbir şeyi iki kere düşünmek yoktu yapısında, tabiatına tamamen aykırıydı düşünce. Hemen çıkarttı gözlüğünü ve yaralı yüzün final sahnesinde giyilmiş gibi delik deşik olmuş koyu yeşil renk tişörtünün cebine koydu. Arada bulursa o cebe sigara koyardı, şimdi terden kayganlaşmış gözlüğü koymak ona biraz tuhaf gelmişti. Zaten ona çoğu şey garip gelirdi. Garip!
Saçlarına ne zaman kır düşmüştü, hatırlamıyordu. Sahi en son neyi unutmuştu? Unutmak mı daha kolaydı, hatırlamak mı? Ama en zoru otobüste oturacak yer bulabilmek, tabii otobüse binebilmek ondan da biraz daha zor olabilir. Zamanın ve açlığın arkadan vurduğu zayıf parmaklarını geriye doğru attığı saçlarının arasında dolaştırdıktan sonra parmaklarını kafasının altına alarak kendine en doğal yastığı yaptı. Rahat sayılmazdı ama hiç değilse ona aitti. Yıllardır da kullanıyordu arada sırada çıkan sorunlar dışında hiçbir aksiliklerini, uyumsuzluklarını görmemişti. İyi çocuklardı be!
Biraz kestirse mi acaba? İki kere düşünmeye gerek yok. Kafası biraz yastığa battığı için ayakkabısını yastık olarak kullanmaya karar verdi. Şimdi burada bir sorun peydahlanıyor, hangi ayakkabısını yastık yapmalıydı? Ayağına günde iki kez vuran ama daha yeni olanı mı yoksa emektar olup uysallığı ile gönlünde taht kurmuş olanı mı? Ulan! Büyük başın derdi de büyük olur, kafasına göre ayakkabıyı nereden bulacaktı şimdi. Ne varsa eskilerde var. Eski olanın gene bir standart rahatlığı var, yeninin huyu suyu belli olmuyor. En iyisi eskisi, eskiye her zaman rağbet vardır.
Gözlerini yumdu… Daha huzurlu bir âleme adım adım giderken birden kafasına bir şey düştü. “Lan, acaba yer çekimini mi buldum” diye bir an umutlansa da gözlerini açınca gerçeği anladı. Mahallenin rahatsız ufaklıkları gene sıkılmış olacaklar. Neyse çok kafaya takmaya gerek yok, geriye attığı saçları bozulabilir. Umursamazlık çerçevesinde kafasını öbür tarafa çevirince köşedeki dükkândan bir ses yükseldi.
“ Lan, salçalı ekmeklerini yediğimin çocukları rahat bıraksanıza adamı!”
Köşedeki beyaz eşya servisinin ustasıydı bağıran. Çocukları kovaladıktan sonra gerisin geriye dükkânına girdi. Üçüncü seferdir buzdolabını tamir edemediği adamı daha fazla bekletmek istemezdi. Zaten çocukları kovalamasının esas sebebi de vakit kazanmaktan başka bir şey değildi. E madem vakit kazanmak istiyordu, neden parktaki adamın hikâyesini anlatmıyordu.
“ Ağbi, bak şimdi bu adam var ya ismi Cevahir. Mahallemizin delisi. Deli dediysem de sen bana bakma. Bu Cevahir Ağbi tıbbiyeli. Zamanında kazanıp giriyor tıp fakültesine. Gayet de başarılı oluyor ha. Herkes, büyük bir doktor olacağını düşünürken rüzgârın yönü bir anda değişiveriyor. Cevahir Ağbi, kadavrayı gördüğü gibi salıyor yelkenleri. O gün, bugündür böyle.” sözlerini tamamladıktan sonra sözleri daha etkileyici olsun diye çayından bir yudum aldıktan sonra kendince etkileyici bakışı ile müşterisine bakıyor. Müşterisi ise hiç oralı değil. Balıklara taş çıkaracak dolulukta bakışları ile ustadan buzdolabı ile alakadar bir cümle bekliyor. Usta daha fazla kaçamayacağını anlayınca, “ Şimdi canım ağbim, senin makinanın filtresi pek ha deyince bulunmuyor. Ben sanayide bir ağbimden rica ettim halledecek. Ha oldu ki halledemedi, eski filtre ile biraz uğraşıp onu yeniden işler hale getirecek. Sen merak etme ağbim senin iş bende, takip ediyorum yani.” demeye çalışırken müşteri her zaman haklı olduğunun bilinci altında mutsuz mutsuz dükkândan çıktı. Vergi dairesi öğle arasına girmeden yetişmek için adımlarını hızlandırırken kırlaşmış saçlarını geriye atmış, kapkalın bir gözlük takan, yırtık haki bir tişört giyen Cevahir’in yanından geçerken dünyada kafaya takılacak bir dert olmadığını bir kez daha unutmak için hatırladı.
Cevahir ise o anda zihninde kelebekler, kuşlar uçurmuyor; tatlı sularda balıklar beslemiyordu. O sadece anın tadını çıkartıyordu. Güneşin derisini ısıtmasının, rüzgârın tişörtün deliklerinden içeri sızıp inceden terlemiş vücudunu okşamasının tadını çıkartıyordu. Dünyaya anlam vermeden onu doyasıya yaşamak, keyif almak istiyordu. Arada mazi aklını kurcalasa yapacak pek bir şey yoktu. Demin onun uzandığı ağacın altında şimdi bir köpek uyuyordu, köpeği kıskandı. Ne kadar da güzel hakkını veriyor güneşin!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder